7 Eylül 2010 Salı

BODRUM BODRUM

Bir gün öncenin yorgunluğunu banyo ve güzel bir uyku ile atmış olmanın tatlı rehaveti ile uyanıyoruz. Cin cin’in Bodrum’a ilk gelişi değil. Tabii bunda bir gün İstanbul’dan kaçıp buralarda bir köye yerleşmek istememin, sonra aslında buradaki hayatın da göründüğü gibi olmadığını keşfedip vazgeçmemin ve bu keşifler sırasında sık sık gidip gelmemizin de etkisi büyüktür sanırım.



Bununla birlikte günün ilk durağı olan Zeki Müren Müzesi’ne ilk defa gidiyoruz. Zeki Müren’in bir dönem ev olarak kullandığı, Halikarnas’a inen dik yokuşun hemen ortalarında deniz manzaralı, son derece sade hatta mütevaziliği ile insanı hayrete düşüren bir tipik Bodrum evi. Zeki Müren’in kullandığı kıyafet ve aksesuarlardan tutun da arabasına kadar kullandığı tüm eşyalar şimdi müze olan evinde sergileniyor. Zeki Müren’in Osmanlı Süsleme Sanatları ile ilgili eğitim aldığını ve sahne kıyafetlerini kendisinin tasarladığını biliyor muydunuz? Demek ki gerçek sanatçılık her anlamda yaratıcı ve üretken olabilmeyi gerektiriyor. Tek üzüntüm yurtdışında görmeye çok alışkın olduğumuz her müzenin çıkışında mutlaka yer alan “hediyelik eşya” köşelerinin bizde yaygınlaşmaması. Hani yani kötü mü olurdu, müzenin girişinde küçük bir alanda eski Zeki Müren plakları, plak şeklinde biblolar, minik Zeki Müren heykelleri filan satılsa, bunlardan elde edilen gelir yine müzeye harcansa...




Müzeyi bitirip sahil şeridinden çarşı içine çıkıyoruz. Grubun hedefi Bodrum Kalesi. Ama cin cin ve ben orayı birkaç kez fethettik o yüzden bu sefer hakkımızı özgürce Bodrum sokaklarında gezmekten yana kullanıyoruz. Meraklıları için kaleyi daha önceki gezi notlarımdan derleyip kısaca anlatıyorum;



Bodrum deyince akla ilk gelen görüntüdür, kalenin sizi beldeye adım atar atmaz karşılayan vakur duruşu ile her köşeye hakim tavrı. 1406-1523 tarihleri arasında inşa edildiği, St. Jean Şövalyeleri’nin kalesi olduğu, eskiden St. Peter Kalesi olarak anılırken bugün Sualtı Arkeoloji Müzesi olarak anıldığı biliniyor, hafızam beni yanıltmıyorsa doksanlı yıllarda Avrupa'da Yılın Müzesi Yarışması'nda bir de ödül kazanmışlığı var. Fransız Kulesi, İtalyan Kulesi, Alman Kulesi, Yılanlı Kule ve İngiliz Kulesi gibi çeşitli kulelerin yanında, iç kaleye ulaşmak için geçilen yedi kapısı mevcuttur.



Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin koleksiyonlarında bulunan eserler arasında Türk Hamamı, Amphoralar, Doğu Roma Gemisi, İşkence ve Katliam Odaları, Cam Batığı, Sikke ve Mücevherat Salonu, Karyalı Prenses Salonu, Cam Salonu ilk akla gelenler...



Detaylı bilgi için;







Siz de bizim gibi daha önce kaleye gezdiyseniz Bodrum’un uzun çarşıcı boyunca tur atabilirsiniz. Yaz aylarında gündüz, özellikle de sabah erken saatlerde tenhalığı sayesinde Bodrum çarşısında bebek arabası sürmek bir keyiftir. Ancak sakın bu sizi yanıltmasın gündüz ne denli kolaysa akşam da barlar sokağı trafiği ve kalabalık nedeniyle o denli zordur.



Çarşıda bebeklerle dolaşmanın zorluğu:



Bodrum merkez ve çarşı içinde alt değiştirme ya da bebek odası maalesef yok. Bu kadar turistik bir beldenin bunu düşünemiyor olması gerçekten üzücü. Cin cin üç aylıkken geldiğimizde bu sorunu Mc Donalds’ın sabahları nispeten sakin olan üst katında iki sandalyeyi birleştirerek halletmek zorunda kalmıştık. Ayrıca bir de çarşının bitimine yakın kitap fuarının karşı köşesinde Denizciler Lokali var. Personeli son derece güler yüzlü ve yardımsever, isterseniz kumsalda oturma şansınız da var, sandalye birleştirerek alt değiştirme operasyonu için uygun, fiyatlar çok makul...

Çarşıda 3-4 yaş çocukları ile dolaşmanın zorluğu:



Her köşe başında oyuncakçılar, çizgi film kahramanlarının süslediği t-shirtleri satanlar ve dondurmacılar olması bu yaş grubu ile çarşıda dolaşmayı neredeyse imkansız kılıyor. Cin cin tam bir alışverişkolik, daha doğrusu poşet hastası. Defalarca bu poşetlerin ağaçların kesilmesine neden olduğunu bu yüzden yakında parklarda oynayamayacağını anlatmış olmama rağmen dükkanlardan, özellikle elinin boyutunda küçük poşetler (ya da kendi deyişiyle “bidigo” lar) almaya bayılıyor ve beni her seferinde çileden çıkartıyor 



Çarşı gezisi için ilk önerim Engin Dalyancı’nın atölyesi. (buraya mağaza demek haksızlık olur) Ben tam bir deniz tutkunu olduğumdan ve dekorasyonda da bu öğeleri kullanmayı çok sevdiğimden dört yıl kadar önce Engin Dalyancı ile ilk karşılaşmamda hayran kalmıştım. Bir yer düşünün ki her şey balık ve deniz temasında. Bardaklar, duvar süsleri, resimler... Geçen yıl tekstil sektörüne de geçtiler. Sanki içerisi bile yosun kokuyor. Öyle bir sanat ve emek. Anlatmakla olmaz gidip mutlaka görün. Bu gezide satın aldığım balıklı peştamal, bavulda havludan çok daha az yer kaplıyor, çarçabuk kuruyor...




Meraklısına;







Diğer bir öneri ise Tarihi Yunuslar Fırın. 1876 yılında Bodrum Cumhuriyet Caddesi üzerinde kurulmuş eski bir ekmek fırını. Şimdilerde ise patlıcanlı böreği, meyveli tartları, kekleri ve limonatası dillere destan. Ancak bu kadar taze ve leziz olabilir her şey. Birkaç yıl evvel restore oldu ancak hala bar taburesi dışında oturup da yemek için elverişli değil. Bu yüzden tatlınızı elinize alıp gezerek yemeniz lazım ama sadece vitrini bile görmeye değer.



Yunuslar Fırının hemen karşısında BAÇ Pansiyon. Merkezde kalınabilecek makul fiyatlı, oda kahvaltı çalışan bir aile işletmesi. Yakın zamanda butik konsepte geçtiler. Asansör olmaması dışında çocukla konaklama için uygun. Deniz tarafı odalarda müthiş bir manzara ve sükunet.







Bir diğer otel tavsiyesi de Gümbet’ten. 2010 yılında açılmış pırıl pırıl masmavi bir otel tam anlamıyla denize sıfır. Personeli güler yüzlü, hizmet kalitesi butik otel tadında, toplamda 40 oda civarında, çocukla rahat edilebilecek bir otel, ilgisine duyurulur;







Bu arada Bodrum otogarın içinde çay bahçelerinin arasındaki emanetçiler saatliğine 5 TL alarak (çok parçanız varsa mutlaka pazarlık yapın) bavullarınızı alıyor. Böylece siz de otobüsünüz kalkıncaya kadar sokaklarda keyif yapabiliyorsunuz. Aklıma gelmişken yazayım dedim.



Bir de çarşının hemen girişinde caminin karşısından deniz tarafına doğru girerseniz uygun fiyatlı çocuk mağazaları var, duyurulur...



DİDİM APOLLON TAPINAĞI

İlk günün sonunda, geceyi otobüste ve tüm günü gezerek geçirmen yorgunluğu başlamıştı. Bu yüzden Didim’deki Apollon Tapınağı’nın içine giremedim. Sanırım yaşlanıyorum. O yüzden burada ilginç bulduğum hikayesini ve fotoğraflarını sizinle paylaşmakla yetineceğim.


Ionya’nın en büyük kenti Milet’in Didim’de kurduğu Apollon Tapınağı eski çağlarda “DİDİYMEİON” olarak anılıyormuş. İlk çağ yazarları bu adın kaynağını tam olarak veremiyor olsalar da, tapınağın isminin “İkiz Tapınak” ya da “İkizler Tapınağı”ndan türemiş olabileceği tahmin ediliyor.



Mitolojik bir soy ağacı üzerinden anlatmak gerekirse çapkın tanrı Zeus ile tanrıça Leto’nun yasak aşkından güneş, ışık, müzik ve kehanet tanrısı Apollon ile ay tanrıçası Artemis adlı ikizler dünyaya geliyor. Apollon tapınağı, antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biri sayılıyor ve kimi coğrafyacılar tarafından da dünyanın en büyük ve görkemli tapınağı kabul ediliyor.

İkizlerin annesi olan tanrıça Leto’yu merak edip google da araştırdığımda Tanrıların Anası Kybele ile aralarında bir takım benzerlikler olabileceğini savunan ilginç bir yazıya rastladım; meraklıları yazıyı buradan takip edebilir;

www.sablon.sdu.edu.tr/dergi/sosbilder/dosyalar/16_2.pdf


Burada ilgimi çeken bir diğer şey ise “medusa” başları. Hani kendisine kötülük edenleri taşa çeviren şu korkunç yüzler. Hemen masama bir tane alıp yerleştirdim :)






Apollon Tapınağı çevresinde birkaç küçük hediyelik eşya dükkanı ve bir iki tane de ev yemeği yapan restoran var. Hazır yemek tüketmekten sıkılan ufaklıklar burada pilav, makarna ve köfte gibi ev yapımı yiyecekler bulabilir. Yine de havanın sıcak olduğu dönemlerde et seçiminde dikkatli olmak lazım. Buralarda ne yazık ki, alt değiştirme odası ya da emzirme odası bulmak mümkün değil. Bu yüzden hazırlığınızı buna göre yapmanız faydalı olabilir.






Tapınağın içine girmek isteyen anneler için iki alternatif var; bebeği babaya devredip tapınağı dönüşümlü gezmek ya da bebeği ana kucağında taşımak. Tapınağın içi açısından bebek arabası kullanmak neredeyse imkansız, kucakta taşımak ise riskli. Yürüme çağındaki çocuklar için tapınağı gezerken küçük yaralanmaları önlemesi açısından uzun fakat terletmeyecek bir şort ve kayıp düşmelerine engel olacak ayakkabılar giymelerini ve her yaş için mutlaka şapka ve güneş koruyucu krem kullanılmasını öneriyorum.






MERYEM ANA EVİ

Şirince’den ayrılıp virajlı yollardan döne döne Meryem Ana Evi’ne ulaşıyoruz. Benim Meryem Ana Evi’ne ve Efes’e olan merakımın nedeni aşağıdaki kitaplar aslında. Size de böyle olur mu bilmiyorum. Bazen rastlantısal olarak (ki ben tesadüflere inanmam) belli yerler, objeler, kişiler, fikirler olur olmaz her yerde üst üste karşınıza çıkar. Bu durumlarda ben, söz konusu yer, obje, kişi, fikir beni çağırıyor diye düşünür ve hep onun peşinden giderim. Tabii sırf bu yüzden tura gitmedim ama turu seçmemin önemli bir nedeni idi. Efes’i çok küçükken görmüştüm ve turun kapsamında değildi maalesef daha az sıcak bir dönemde mutlaka gideceğim. Meryem Ana Evi’ne yolculuğumu ise Mehmet Coral’ın Tımarhane Adası ve Meryem Planı adlı kitapları tetikledi. Mehmet Coral adını burada ilk defa duyanlara, kitap ve Ege aşıklarına tavsiyem kendisini kendi sitesinden takip edin çünkü ben başarılı ve akıcı üslubunu, bilgi ve donanımını anlatmakta yetersiz kalabilirim.



http://www.mehmetcoral.com/



Meryem Ana Evi’nin tarihçesine baktığımızda, Kırkıncelilerin (Şirince köyü) Meryem Ana'nın Efes'te Bülbül dağında oturduğu bir evin mevcudiyetine inandıklarını hatta bu yüzden her yıl Meryem Ana’nın öldüğü rivayet edilen 15 Ağustos tarihinde burayı ziyaret ettiklerini görüyoruz. Ancak evin ortaya çıkarılma hikayesi daha da enteresan.




Almanya’da yaşayan ve hayatı boyunca bu ülkeden hiç çıkmayan, kendini dini işlere adamış rahibe Anna Catherine Emmerich bir gün rüyasında stigmata olur ve bir bulutun üstünde bir güvercin görür daha sonra da Meryem Ana’nın bulunduğu yeri, bir tarafında Efes olan bir dağın tepesinde vs. diyerek tasvir eder. 1881 yılında, Paris piskoposluğuna bağlı Gouyet adında bir rahip, Catherine Emmerich 'in anılarından oluşan "Hazreti Meryem' in Hayatı" adlı kitapta anlatılan Meryem'e ait evin, tanıma uygun olup olmadığını görmek için Efes'e gitmeye karar verir.


Ra¬hip Gouyet, çantasına, üzerinde "zavallı, zararsız ve çaresiz bu yol¬cuya lütfen saygı gösteriniz" sözlerinin yazılı olduğu bir pusula koyarak yola çıkar. Yolculuğu sorunsuz geçtikten sonra, Meryem Ana'nın evini bulduğunu iddia ederek, raporunu Roma'ya gönderir ancak bir şekilde başarılı ola¬maz.


On yıl kadar sonra, İzmir Fransız Koleji müdürü ve İbranice uzman, Yahudi geleneklerini iyi bilen Lazarist rahip Eugene Poulin de Catherine Emmerich’in kitabını inceler ve Efes'e bir gezi tertip etmeye karar verir. Kendisi gitmediyse de iki rahip ve iki görevli gön¬derir.


Ekiptekiler 29 Temmuz 1891 günü, saat 11'e doğru yorgun bir vaziyette, tü¬tün dikilmiş küçük bir yaylaya varırlar ve tarla¬da çalışan kadınlardan su isterler. Kadınlardan, "suyumuz kalmadı, fakat manas¬tıra gidin, orada su bulacaksınız" diye cevap alırlar. Oraya ulaştıklarında harabeye dönüşmüş ev, evin arkasındaki dağ, karşılarında deniz manzarası ile Catherine Emmerich’in tasvirine ulaştıklarını anlarlar.


Hikayesi böyle işte. Bugüne baktığınızda bina gerçekten harap durumda, bununla birlikte turistik olarak düzgün korunduğunu söylemek mümkün. Yapının içinde fotoğraf çekmek kesinlikle yasak ayrıca sıkı kıyafet kuralları olduğunu (açık, askılı, kısa şort vs yasak) hatırlatayım. Geniş bir bahçe ve hafif bir rampa var ama bebek arabası ile rahatça hareket etmek mümkün. Ayrıca tuvaletleri de gayet iyi durumda, yorgunluğunuzu atmak için hemen girişinde küçük bir de kafe var. Zaten etrafta küçücük bebekleri ile gelen turistleri görünce siz de anlayacaksınız. Tek önerim virajlı yol nedeniyle eğer yol tutma sorununuz varsa öncesinde doktorunuza danışıp gerekli ilaçları yanınıza almanız, bir de özellikle yaz aylarında sıcağa çok dikkat diyorum. Yanınızda mutlaka şemsiye-şapka ve güneş koruyucu krem bulundurun. Bir de dilek dilemek isteyenler için bir parça çaput :)










ŞİRİNCE

Cin cin’in bu günkü ilk durağı eskiden Çirkince, Kırkınca ya da Dağdaki Efes adıyla anılan ve son on yılda inanılmaz bir atak yaparak kültür turlarının vazgeçilmezleri arasına yerleşen ŞİRİNCE idi.





Şirince’deki maceralarımıza geçmeden, yol üzerinde bulunan St. Jean Bazilikası ve İsa Bey Camisi’nin bulunduğu Ayasuluk Tepesi’ne de kısaca değinmem lazım. Ayasuluk Kalesi kesme ve moloz taşlardan örülmüş toplamda on beş burç ile sağlamlaştırılmış bir yapı. Günümüze kadar epey badireler atlatıp, çeşitli restorasyonlar ile bugünlere gelebilmiş. Surların Efes Antik Kentine yönelik görkemli kapısı ile girilen kilisenin duvarlarında bir zamanlar Troya kahramanlarından Achileus’un yaşamı ile ilgili ilginç bir friz bulunuyormuş ancak diğer antik dönem eserlerinin akıbeti bu frizin de başına gelmiş ve günümüzde Dublin’de bulunan Abbey Galeri’sinde sergileniyormuş :( (Buraya bu mutsuz suratı çizerken şunu da düşünmeden edemiyorum acaba friz Türkiye’de kalsa şimdi hali daha mı iyi olurdu?)


Yolumuza devam edelim. Selçuk’tan yaklaşık on beş dakika uzaklıkta bir köy Şirince, çeşit çeşit meyve ve zeytin ağaçları arasından ulaşıyorsunuz köye. Taşlıklı dik yollarda sağlı sollu kurulmuş tezgahların arasından geçip tepedeki çay bahçelerinde bir yorgunluk molası veriyorsunuz.




Henüz bebek arabası ya da puset kullanıyorsanız boşu boşuna arabayı açma zahmetine girmeyin. Çünkü Şirince’nin yolları o kadar sarp taşlardan oluşuyor ki, bu yollarda araba da arabanın içindeki bebek de haşat olur. Bununla birlikte bu taşlarda kucakta çocuk taşımak da büyük risk. Bu arada rehberimizin anlattıklarına göre bu taşlar köydeki Rumların döneminde yürüme kolaylığı açısından beş yılda bir ters düz ediliyormuş. Bu yüzden tepeye çıkmak da zorlanacağını düşünenlere önerim Şirince’nin hemen girişinde yer alan Artemis Restoran. Manzarası, misafirperverliği, lezzetli yemek ve köy kahvaltıları ile çok başarılı buldum. Fiyatlar diğerlerine oranla çok az yüksek ama taşlıklarda helak olmaktan iyidir.

 

Artemis Restoran da özel bir bebek odası yok fakat garsonlar olanca misafirperverlikleri ile size alt değiştirmek için restoranın kapalı alanında bir yer organize ediyorlar. Bununla birlikte tepedeki çay bahçelerinin pek çoğunda tuvalet bulmak dahi hayli güç olduğundan ya da bulunan tuvaletler pek de hijyenik olmadığından çocukla zorlanmak mümkün. Lütfen diğer restoran sahipleri Artemis’i kayırdığımı düşünmesin ama Sezar’ın hakkını da Sezar’a vermek lazım.


Her şey köy kahvaltısı adı altında “sıradan kahvaltılıkları” yüksek fiyata satmakla, gözleme diye sadece maydanozlu hamuru ikram etmekle olmuyor arkadaşlar, insanlar bir kere gelir bir daha gelmezse orada turizm filan da kalmaz, bu yüzden standartları biraz yükseltmek, en azından sineksiz böceksiz yemek sunmak, geri tepen ocak bacalarını tamir ettirmek de gerekiyor.


Şirince’nin son yıllarda turizm açısından bu kadar tanınmasında başrol oyuncularından biri de meyve şarapları... Zaten köyün girişinden itibaren çevrenizi kuşatan rengarenk meyveler köylüler tarafından işlenip aromatik, alkol oranı düşük ama bir o kadar da leziz şaraplara dönüşüyor. Fatoş ve Kadir Yıldırır tarafından kurulan şarap evi, enteresan dekoruyla yerli ve yabancı tüm turistlerin ailece oturabildikleri bir yer. Burada yer alan birbirinden şirin fıçı masalarda dileyenler şarapları tadabilir, dileyenler eşe dosta hediye satın alabilirler.




Bunun dışında zeytin ve zeytinyağı, meyveli sabunlar, ipekli şallar, el işi yemeni ve masa örtüleri, havlular, doğal bitki, baharat ve çaylar alışveriş meraklıları için raflarda arzı endam ediyor.




Köy meydanını gezip dolaştıktan sonra, eski kiliseyi ziyaret edebilir, tarihi evlerin arasından tepeye doğru tırmanıp Şirince manzarasını seyredebilirsiniz.


Şirince çocuklu parkur için biraz zorlayıcı geldi bana ama her zaman söylediğim gibi iyi plan ve iyi hazırlıkla neden olmasın. İşte Şirince ziyareti için öneriler:


 Sinek kovucu sprey,


 Şapka (sıcak mevsimlerinde hem size hem çocuğunuza),


 İnce bir tülbent (hem sıcaktan hem haşerelerden korunmak için),


 Çocuk için yiyecek (her ne kadar Şirince’de çeşitli alternatifler olsa da, çocuğun arası gözleme ve kahvaltılıklarla iyi değilse örneğin köfte ya da makarna yemeyi çok seviyorsa alternatifler daralıyor)


http://www.sirincepansiyon.com/



http://www.sirincerehberi.com/


ÇOCUKLARLA TUR YAPMAK

Küçük çocuklarla tura katılmanın da kendine göre artı ve eksi yanları var. Güzel olan her şeyin başkaları tarafından önceden planlandığı, odanızın, ulaşımınızın, havaalanı, şehir merkezi transferlerinizin hazır edildiği bir seçenek olması. Ancak ne yazık ki son yıllarda Türkiye’deki “tur” kavramı giderek bunun dışına çıkıyor. Çünkü “tur” olgusu, daha fazla kâr peşinde olan zihniyetlere emanet. Minimum maliyetle hazırlanmış, adeta doldur boşalt mantalitesi ile hareket eden, hizmet sektöründe müşteri memnuniyetinin önemini çoktan unutmuş bu zihniyetten de kaliteli hizmet beklemek pek mümkün değil. Butik tur hazırlayan şirketlerin nispeten daha iyi hizmet verdiğini söylemek mümkün ancak bunlardan bazılarının programları da çocuklu aileler için uygun değil ne yazık ki.







Neyse konuyu dağıtmayalım. Ne diyordum, küçük çocuklarla tura katılmak... Öncelikle hemen belirteyim 2 yaşından büyük çocuklar turizm bakımından yolcu niteliğinde sayılır. Çünkü uçak ve otobüste kendilerine ait koltukları olması gereklidir ki bu da ekstra maliyet demektir.






Tavsiyem tur programını önceden didik didik inceleyin. Böylece hem çocukla rahat hareket etmenizi sağlayacak alternatif bir program yaratabilir hem de programa göre hazırlığınızı yapabilirsiniz. Çocuklar günlük rutinlerinin dışına çıktıklarında bocalayabilirler, bu yüzden uyku ve yemek saati gibi belli konularda günlük rutinlerini tur sürecinde de devam ettirmek naçizane faydalı olur diye düşünüyorum. Ayrıca programı önceden bilmek, size yanınıza alacaklarınızı buna göre organize etme fırsatı da tanır.






Çocukla tur otobüsüne bindiğiniz anda tüm gözler size takılır. Herkesin içinden “eyvah turda çocuklarda var yandık” dediğini duyar gibi olursunuz. Çocuk sahibi olmayanlar için nispeten anlaşılır bir durum. Ama bir de çocuk sahibi olup da aynı tavrı takınanlar var ki onları anlamak hepten güç. Neticede çocuk bu... Ağlayabilir, yolda midesi bulanıp kusabilir, yaramazlık da yapabilir. Bunların tümü (belki yaramazlık istisna) zaman zaman yetişkin insanların da yaptığı insani fiillerdir. Ne garip değil mi, evleneli dört beş ay olmadan “bebek var mı” diye sizin özel hayatınızın en mahrem alanına soru okları ile girmeyi kendine hak olarak gören zihniyet, çocuğunuz olduğunda da onu dışarı çıkartmanızı, o çocuğu bir birey olarak yaşam alanınıza sokmanızı sorgulamaya hatta yargılamaya başlıyor. Neyse neşenizi kaybetmeyin ve asla aklınızdan çıkarmayın siz de onlar kadar bu tura para ödediniz. Kimseden hoşgörü görmenizi gerektirecek bir özrünüz de, çocuklusunuz diye hayattan vazgeçecek haliniz de.






Gardınızı almanız gereken bir diğer durum da turdaki “Bilmiş Teyzeler”dir. Bu teyzeler mükemmel anne, mükemmel eş, mükemmel ev kadını olan hayattaki her şeyi mükemmel yapan ve bilgeliklerini paylaşmaktan haz duyan kişilerdir. Ve üstlerine vazife olsun olmasın bebeğiniz ile ilgili her şeye karışırlar. Otobüs giderken emzirme boğazına kaçar der biri, öteki terlemiştir sırtına tülbent koy, beriki öyle yatırma boynu tutulur, el kadar bebekle buralara gelir mi vs vs...






Manzara gözünüzde canlandı değil mi. Şimdi yazılarımı okuyorlar mı bilmiyorum. Bu konuda özellikle cin cin küçükken katıldığımız turlarda çok tartışmışlığım ve tahminimce ciddi kalp kırmışlığım vardır. Yanlış anlaşılmasın aslında Bilmiş Teyzelerin deneyimlerine ciddi saygım var. Öte yandan kimsenin kimseye karışma hakkı olmadığına inanıyorum. Hele de sadece tur için bir arada olan ve birbiri ile bunun dışında bir yakınlığı olmayan insanların birbirlerinin hayatlarına bu kadar girmeleri bana doğru gelmiyor. Ben hiçbir zaman bu kadar soğukkanlı olmayı başaramadım ve böyle yorumlara hep karşılık verdim. Sonra da tatil zehir oldu. Bu yüzden yapabilirseniz sakin olun ve aldırmayın, bu insanların ne dediği kimin umrunda.






Konu buralara gelmişken size tavsiye etmek istediğim bir de kitap var, Ayşe Giraud tarafından yazılıp Sistem Yayıncılık tarafından yayınlanmış AHTAPOT KADINLAR... İşte kitabın tanıtımından kısa bir alıntı;






“ Eskiden kadının görevi sadece evi ve çocuklarıyla ilgilenmekti. İstisnalar dışında, kocasının hali vakti yerinde olan kadın evinin kadını olurdu. Oysa şimdi, çalışmazsak sosyal olarak bir hiçiz. Sadece çalışmak da yetmiyor. Hayatın stresiyle başa çıkabilmek, sağlıklı yaşayabilmek için spor yapmak, hatta hobilere zaman ayırmak da gerekiyor... Üstelik onları da iyi yapmamız bekleniyor. Dengeli ve sağlıklı beslenmenin önemini bilen anneler olarak çocukları doyurmak da yetmiyor. Doğal kaynaklı ev yemekleri hazırlayabilmek için çok programlı olmamız gerekiyor.






Artık öyle annelerimiz gibi "biraz toplu" da olamıyoruz. Parlak sayfaların üzerindeki manken kızlar aracılığıyla, sürekli onlar kadar zayıf olmamız gerektiği hatırlatılıyor.


Ne yediğimiz de belli değil artık... Renkli paketler içinde yutturulan gereksiz şeker, tuz, kötü yağ ve katkı maddeleri eklenmiş yiyecekleri "Ne kadar kolay, hazır" diye sevinçle alıp tüketiyoruz. Bakımlı olmak, modayı takip etmek, yeni açılan mekânları bilmek, en son çıkan kitaplardan, filmlerden haberdar olmak, mümkünse tiyatro, konser ve sergilere de gitmek gerekiyor. İyi anne, iyi ev kadını olmaya çalışmanın yanı sıra iyi sevgili olmayı da unutmamak gerekiyor. Siz de bunların hepsini yapmaya çalışan o 'Ahtapot Kadınlar'dan biriyseniz, bu kitapta hayatınızı kolaylaştıracak çok şey bulacaksınız...”