26 Ağustos 2010 Perşembe

Bebeklerle Otobüs Yolculuğu

Ömrünün yarısından fazlası otobüs yolculuklarında geçmiş biri olarak, otobüs yolculuğunun insanı günlük dertlerden arındıran, onu yatıştırıp, olaylara uzaktan bakmasına yardım eden huzur verici, dinlendirici bir misyonu olduğuna yürekten inanıyorum. Ölü Ozanlar Derneği’nde bir sahnede Robin Williams masanın üstüne ve kendisine şaşkınlıkla bakan öğrencilerine dönüp, “hayatlarınıza bir de buradan bakın” der. İşte otobüs yolculuklarının ben de yarattığı çağrışım tam olarak da bu...


Efe ile ilk otobüs yolculuğumuza hazırlanırken biraz tedirgindim. Yaptığım yolculukların çoğunda, özellikle de yolculuk 14-18 saat arasındaysa, bebeklerin huzursuzlaşıp o yolculuğu kendileri başta olmak üzere tüm diğer yolculara zehir ettiklerine çok tanık olmuştum. Hem bu yüzden hem de otobüslerde bebeklere özel bir koltuk ya da kemer bulunmayışından Efe’nin ilk yedi-sekiz ayında otobüs yolculuğundan kaçındım.



Eğer imkanlarınız el veriyorsa otobüsten iki koltuk satın almak, özellikle de uzun süren yolculuklar bakımından rahat etmenizi sağlayacaktır. Bununla birlikte küçük bebekleri siz siz olun yalnız başlarına koltukta oturtmaya kalkmayın, ani bir fren ufaklığa (Allah hepsini korusun) ciddi zararlar verebilir. Olabildiğince bebeğe kollarınızı bir tür emniyet kemeri gibi sararak onu korumanız daha faydalı olacaktır. Ayrıca en ön sırada, orta kapı girişinde ve en arkada oturmak yerine daha ortalarda ve tercihen televizyona yakın bir koltuk seçmek de fayda var. Çok küçük bebeklerin fazla televizyon seyretmelerini kesinlikle desteklemiyorum ama bazen hayat kurtarıcı olduğunu itiraf etmek lazım.

Otobüs’ün fazla soğuk ya da fazla sıcak olacağını düşünerek kıyafet konusunda hazırlıklı olmanızda fayda var, özellikle bazen tam tepenizdeki klimadan ya da camdan serin hava gelmesi çok sinir bozucu olabiliyor. Bu yüzden bebeğiniz için küçük bir başlık ya da başına sarabileceğiniz bir penye battaniye almak yardımcı olabilir.

Maalesef otobüslerde bebek bezi değiştirmek ciddi bir sorun. Mola yerlerinde de halen steril alt açma yerleri mevcut değil. Mola yerlerindeki alt açma yerlerinden bahsetmişken, Fransa’nın pek de merkezi olmayan bir otobanındaki mola yerinde yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum.

Otobüsümüz, kuş uçmaz kervan geçmez denecek kadar boş bir otobanda mola vermişti. Bizim ufaklık o zaman 1.5-2 yaşlarındaydı ve altı tamamen dolmuştu. Burada bebek odası ne arar diye kara kara düşünürken, görevli bir hanım bana karşıdaki odayı işaret etti. Küçük fakat inanılmaz temiz bir oda, o kadar ki içeriye girerken galoş giyme mecburiyeti var. Hatta kucağınızda bebekle eğilip iki büklüm galoş giymeyin diye özel bir makine koymuşlar. Ayağınızı makineye uzatıyorsunuz ve hoop galoş kendiliğinden geçiveriyor. Hepsi bu. Neyse bebek odasında küçük bebek küveti benzeri bir lavabo ve üç alt açma minderi, duvarda mindere serilmek üzere naylonların olduğu ve sensörle çalışan aparatlar, sıcak su ve eldiven... İnanın abartmıyorum şaşkınlıktan yerin adını almayı unutmuş olmasam buraya da yazardım. Şimdi bu insana saygı değildir de nedir?



Her neyse burada bu tür mola yerleri bulmak daha zor olduğuna göre, bebeğinizin altını otobüste açmanız gerekebilir. Bu yüzden bebeğinizin altına açmak için yedek bir battaniye almanız da iyi olacaktır. Ayrıca eğer otobüs seyir halindeyken bebeğinizin altını değiştirmeniz gerekirse kirli bezi koymak için yanınızda mutlaka ekstra ıslak mendil ve buzdolabı poşetlerinden bulundurun. Bunlar genellikle normal poşetlerden daha küçük olduklarından çantanızda az yer kaplar ve ağızları bağlanabilir.



Bebeğin beslenmesi açısından ise şayet mama kullanıyorsanız otobüs hareket halindeyken mamayı ölçmek vs. zor olacağı için bir kaç biberonda su ile karışmamış ölçüsü tam mamayı yolculuk öncesinde hazırlamak işinizi kolaylaştıracaktır. Bunun dışında ek gıdaya başladıysanız bebeğinizin hoşuna gidebilecek bir iki meyva ya da mevya suyunu da yanınızda bulundurabilirsiniz.



Uzun otobüs yolculuklarında süt sağmak hemen hemen olanaksız gibi geliyor. Aklına iyi bir fikir gelen paylaşırsa sevinirim. Yolculuk öncesinde sağılan sütler özel ve ısıyı geçirmeyecek kaplar ile otobüsün buzdolabında saklanabilir belki. Ayrıca emziren annelerin bebeklerinin başlarını ya da kollarını yaslamak için küçük bir yastık bulundurmaları da iyi olacaktır.



Yolculuğunuzu araba, uçak ya da otobüs ile de yapsanız yanınızda oyuncuklar, çocuğunuzun ilgisini çekebilecek kitaplar bulundurmak önemlidir. Ama daha önemlisi yaratıcılıktır ki tüm çocuklar keşiflere bayılır. Örneğin plastik bardakları üst üste dizip kule yapabilir, keçeli kalemle bardaklara komik suratlar çizebilir, yanınıza küçük renkli toplar alıp bunları bardak koyma yerine basket yapabilirsiniz. (yalnız tecrübe ile sabit sonuncusunda topları toplamak tam bir eziyet oluyor:)













25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bebeklerle Uçak Yolculuğu



Malumunuz uçakla yolculuk hem zaman, hem de konfor açısından büyük kolaylık sağlıyor. Hele de minikler ile seyahat ederken... Ama bu ilk seferiniz ise ya da çocuğun yaşı çok çok küçükse haklı olarak endişeleniyor insan.

Daha önceki yazılardan birinde de anlattığım gibi benim cin cin uçağa ilk kez 20 günlükken bindi, bunu size cesaret vermek ve içinize biraz olsun su serpmek için söylüyorum. İlk ve en önemli kural “zor olsa da” her daim aklınızda olsun.

"Sakin Anne Sakin Çocuk"


İşte uçuşu daha rahat geçirmek için bir kaç yararlı ipucu daha: 

Bebekler ile uçak seyahatin en meşakkatli bölümlerinden biri hava alanında geçirdiğimiz dakikalar hatta saatlerdir. Bebeğin ve sizin huzurlu bir yolculuk yapabilmeniz adına bebeğinizin sakin olduğu ve mümkünse turizm yoğunluğu olmayan gün ve saatlerde uçmayı tercih edin.  Eğer imkanınız varsa önceden uçacağınız havayolunun web sitesinden ya da telefonundan, bebekli yolcular için ne gibi kolaylıklar sağladıklarını öğrenmeye çalışın.


                          http://www.flypgs.com/bilgilendirme/genel-kurallar.aspx

Çoğu havayolu şirketi uçağa bindiğiniz ana kadar bebek arabanızı ya da pusetinizi kullanmanıza ve biniş esnasında arabayı görevlilere teslim etmenize izin vermektedir. Bu da en azından uçağa bininceye dek size rahat hareket etme olanağı sağlar. Bu noktada dürüst olun kimi bebek ne yaparsanız yapın arabaya oturmamakta direnir, bu durumda arabayı en başından bagaja vermek sizi fazla yük taşıma zahmetinden kurtarır.

Hava alanındaki bekleme süresinin tamamını bebeğinizi ana kucağında taşıyarak da geçirmemenizi öneririm. Elbette istisnalar olabilir ama bu durum hem bebek hem de sizin için uzun saatler devam ederse, yolculuğun geri kalanını zora sokabilir.

Havaalanlarında mutlaka bir alt açma ve emzirme odası oluyor. Yine de siz tedbiri elden bırakmayın emzirme sırasında işinize yarayacak küçük bir mendil ve bebeğinizin altını koltuklarda dahi açmanıza yardım edecek küçük bir battaniye böyle durumlarda kurtarıcı olabilir.

El bagajınızı olabildiğince hafifletin. Hafifletin ki, hava alanında rötar vs. talihsiz durumlarda kucağınızda bebek, elinizde koca bir çanta ile perişan olmayın. Ben kişisel tecrübelerimden çok küçük bebekli (yürüme öncesi dönem) annelerin sırt çantası kullanmalarını önermiyorum. Çünkü bebeği kucağınızdan bırakma olanağınız yoksa (örneğin yalnız seyahat ediyorsanız), sırt çantasını her ihtiyacınız olduğunda açıp kapatmak sizi çok yorar. Ayrıca torba biçimli çantalarda da aradığınızı bulmak hayli zor olacağından bence bu türlerden de uzak durun. Kolunuza takılan, kendi ağırlığı pek fazla olmayan, ıslanmasını-kirlenmesini dert etmeyeceğiniz çantalar seyahatinizde daha kolaylık sağlayacaktır. Çantanızı hazırlarken bebek bezi, ıslak mendil ve biberon tarzı hayati eşyaları daha üstlere ya da özel bir bölüme koymaya gayret edin. Unutmayın önemli olan aradığınızı hızlı ve en az zahmetle bulmaktır!



Ayrıca herhangi bir anahtarcıdan-çilingirden satın alacağınız küçük karabinalar ile çantanıza minik poşetler takabilir, bu poşetlerde özellikle biniş kartı, pasaport ve nüfus cüzdanı gibi sürekli çıkarmanız gereken evrakları taşıyabilirsiniz. (karabina deyince aklınız karışmasın çok kullanmama rağmen adını ben de yazarken öğrendim, resmi aşağıda, mucizevi bir dağcılık malzemesi aslında ama küçükleri biz annelerin çantalarına matara, poşet hatta oyuncak asmak için bire bir)



Bir de aşağıdaki tip çantalar var, benim oğlum bebekken bunlardan yoktu doğrusu ama pek pratik gözüküyor :)

Bir diğer konu da bebeğin beslenmesi... Emzirenler için durum pratik aslında. Süt sağanların evden tedarikli gitmesinde ve mümkünse her ihtimale karşı sağılmış sütü tek biberon yerine iki biberonda taşımalarında fayda var. Mama ile beslenen bir bebeğiniz varsa sıcak su için endişelenmeyin, hava alanındaki restoranlar bu konuda size yardımcı olacaktır.

Bebekler, genellikle kalabalık ve havasız yerlerde huzursuz olurlar. Bu nedenle uçağın ön sıralarında oturmak ve uçağa yolcu kabulü başlar başlamaz uçağa binmek yerine en son binip, en önce inmek bebeğin sükunetine olumlu katkı yapacaktır.

İki yaşından küçük bebekler kabin ekibi tarafından uçağın içinde size getirilecek özel bir bebek kemeri ile annenin kemerine bağlanıyorlar. Tabiî ki yumurcaklar bu kemer olayından pek hoşlanmıyor. Bu yüzden bebek arabalarının ya da araba koltuğunun oyuncaklarından birini yanınıza alın ve kemerine geçirin. Yine de bağlanmak istemezse onu zorlamayın. Olabildiğince (çok zor ama sakin kalarak) inatlaşmadan belki kemerin bebeğe değmesine engel olmak için elinizi kemerin altından geçirerek ya da kemere battaniyesini veya dokunusuna alışkın olduğu bir objeyi sararak, mutlaka kemerini bağlayın.



Uçağın iniş ve kalkışı esnasında yaşanan basınç farkı bebeklerin kulaklarında dolgunluk hissi yaratır, bu yüzden iniş ve kalkışta daha huzursuz olurlar. Bebeğinizi emzirerek ya da biberonunu vererek yutkunmasını sağlamak böyle durumlarda çok işe yarar. Ayrıca seyahat öncesindebu tür durumlar için doktorunuzdan tavsiye almakta da fayda var.

  

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Küçük Gezginler

Bana öyle geliyor ki, çocuk ile gezmenin yegane püf noktası çocuğun seyahate alışması. Sanırım yabancılarla aramızdaki en önemli fark da bu. Onlar hiç sakınmadan el kadar bebekleri sırtlayıp kendilerini yollara vurabiliyorlar, böylece çocuk küçük yaştan itibaren yolculuk ya da yolda olma kavramına alışıyor.




Ben oğlum Efe de (kısaca cin cin de diyebiliriz :) denedim ve henüz üç yaşında olmasına rağmen, çok iyi bir yol arkadaşı ve şimdiden kıdemli bir gezgin olduğunu söyleyebilirim. İlk yolculuğumuza cin cin yirmi günlükken çıkmıştık. Bir saat yirmi dakikalık uçak yolculuğu beni çok telaşlandırmıştı. Ama korktuğum gibi olmadı. İniş ve kalkışta basınç bebeklerin kulaklarını etkilediğinden hemen huzursuzlaşmaya başlarlar. Böyle durumlarda bebeği emzirmek ya da mama ile besleniyorsa biberonu veya en azından suluğunu vererek yutkunmasını sağlamak yararlı olacaktır. Bebeklerle uçak seyahatine ilişkin diğer detayları “Uçak Yolculukları” başlığı altında bulabilirsiniz.

İşin başında itiraf etmem de fayda var sanırım. Ben öyle sakin, evhamlanmayan annelerden değilim. Doğru ya da yanlış anneliğin daha çok içgüdüsel oluğuna inanıyorum. Bazen cin cin'in de beni delirttiği, elimde olmadan ona bağırdığım zamanlar olabiliyor. Tâbi hemen içimin eriyip ufaklıkla sarmaş dolaş olduğumu belirtmeme gerek yok. Annelerin bu samimi itirafını anlayacaklarını umuyorum. 

Demeye çalıştığım o ki, çocukluyum tatile gidemem, gitsem de rahat edemem diye endişeye kapılmayın. Peşin hükümlü davranmadan bir deneyin... En önemli tarafı bu, deneme sayısı arttıkça çocuğun alışması da o denli kolay oluyor. İyi bir hazırlık ve biraz cesaret...

Hazırlık kısmında sizlere nacizane üç yıllık kendi tecrübelerimle destek olmayı umuyorum, eee cesaret kısmı da size kalıyor :)

   

19 Ağustos 2010 Perşembe

MASAL ŞEHRİ MONAKO

“Yakıcı güneş altında parıldayan masmavi sular, virajlı yokuşların arasına serpiştirilmiş palmiyeler ve paket taşlarla örülmüş daracık sokaklar... Masalsı bir tatil için masal bir kent seçin! İşte size tek cümle ile bir kentin hikayesi...”

On dokuzuncu yüzyıl başlarından kalma bir belgede, Monako Prensliğinin, " Fransız Rivierası'nın en yoksul bölgelerinden biri olduğu " yazılmıştır. Côte d'Azur sahilinde hızla yol alırken bir pencereden akıp giden akıl almaz gösterişte binalara, bir de notlarıma bakıyorum ve gördüklerimle okuduklarım arasındaki çelişkiye şaşırıp kalıyorum. Gerçekten de Monako, Tête de Chien dağından denize doğru uzanan küçük bir burun üzerine kurulmuş, adeta bir mini kent.

Sıralamada Vatikan'dan sonra dünyanın en küçük yerleşimi olarak yerini alıyor. Topraklarını başkent Monako, liman bölgesi La Condamine ve Monte Carlo semti olarak sınıflandırmak mümkün. Arazinin küçüklüğüne inat şehrin dört bir yanı çok katlı binalarla çevrili. Neredeyse tüm binaların çatılarına suni bahçeler inşa edilerek , kent salt beton görünümünden bir nebze de olsa sıyrılmış. Damları süsleyen palmiyeleri hafızanızda canlandırmanız ne kadar zor olsa da, bütün bunlar Monako'da tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor.

Yüzyıllar süren politik çekişmeler, prensliğin ekonomik yönden gerilemesine yol açtığı için, Prens Karl III., 1861 yılında gidişatı düzeltmek amacıyla kumarhane işletmeciliğine soyunmuş ve yine aynı amaçla "Bains De Mer" şirketini kurmuş. Bu tarihten sonra da Monako, elverişli iklimi, sağladığı vergi kolaylıkları ve her yıl düzenlenen Formula 1 yarışları ile yüz binlerce turistin akınına uğramış ve giderek daha da fazla kalkınmıştır.

Tur otobüslerinin şehre girişi yasak olduğundan , en iyisi geziyi yaya sürdürmek. Özellikle günbatımında bu şehrin size nefes kesen enstantaneler sunacağını şimdiden vaat edebilirim. Muhteşem kareler için bir başka vazgeçilmez adreste dünyanın dört bir tarafından getirilen rengarenk çiçeklerle bezeli BOTANİK BAHÇESİ.


 
Adeta cennetten bir köşe olan bu büyük bahçeye adımınızı attığınız ilk anda bin bir çiçekten kopup gelen enfes kokularla karşılanıyorsunuz. Dik bir yamaçtaki setler üzerine kurulmuş bu bahçede dev kaktüslerden, nadiren rastlanılan orkide çeşitlerine kadar pek çok bitkiyi bir arada bulmak mümkün. Prens Louis II. tarafından kurulan ve 11.500 metre karelik bir alana yayılan bu park hem Fransız, hem de İtalyan Rivierası’na hakim konumuyla göz dolduruyor. Hangi çiçeğe bakacağınızı, hangisini koklayacağınızı şaşırıyorsunuz. Tam da bu arada bahçenin sonundaki kafe mükemmel deniz manzarası ve leziz kahveleriyle imdadınıza yetişiyor.

Egzotik çiçeklerin ruhumuzu ferahlatan havasıyla parktan ayrılıp, şehrin keşfedilmeye değer bir başka köşesine DENİZ BİLİMLERİ MÜZESİ' ne doğru yola koyuluyoruz bu kez de. Müzede bizi devasa ölçülerde bir balina iskeleti karşılıyor. 1848-1922 yılları arasında yaşayan I. Prens Albert'in şehre armağanı olan bu müze toplam üç bölümden oluşuyor. Alt katta değişik balık türlerinin bulunduğu akvaryumlar bulunuyor. Duvarlardaki irili ufaklı akvaryumlardan size eşlik eden balıklarla beraber kendinizi adeta fantastik bir romanın kahramanı yerine koyuveriyorsunuz. Balina iskeletinin bulunduğu orta katta ise denizcilikle ilgili pek çok dokümanı ve edevatı bir arada bulabilirsiniz.



En üst katta da çeşitli renk ve büyüklükte deniz kabukları sergileniyor. Müzeden görülen manzara seyre değer. Son olarak Deniz Bilimleri Müzesi'nden ayrılmadan eski yapım deniz altı maketinde fotoğraf çektirmeyi ve müzenin hediyelik eşya bölümünde satılan sedef rengi deniz kabuklarından satın almayı sakın ihmal etmeyin olur mu!

Monako’dan bahsedip de, o ünlü Monte Carlo kumarhanelerine değinmeden olmaz. Madem ki buraya eğlenmeye geldiniz, en azından bir kere şansınızı deneyin. Ama atmosferin büyüsüne kapılıp, bütün yol paranızı tüketmemeniz için küçük birkaç önerim var.

Öncelikle kumarhanelerin bulunduğu Monte Karlo semtinin şehir dışında yer aldığını belirtelim. Bu yüzden siz siz olun sakın bütün paranızı yanınıza almayın, yoksa dönüşte o virajlı yollarda yaya kalabilirsiniz. İkincisi dünya sosyetesinin göz bebeği olan bu kumarhanelere girişte pasaport sorgusu ya da herhangi bir tatsızlık yaşamak istemiyorsanız kıyafet seçiminde dikkatli olun. Hanımlar için abiye bir gece elbisesi, beyler için ise koyu renk bir takım elbise hayli fark yaratacaktır. Yine de tedbiri elden bırakmayın ve pasaportunuzu yanınıza alın, ayrıca girişte 18 yaş sınırı olduğunu da hatırlatalım.



Son olarak bir de tüyo... Kollu makinelerde şansınızı denemeye kalkarsanız hep aynı makinede kalın, böylece en azından attıklarınızın bir kısmını kurtarabilirsiniz :)
Gelelim şehrin ününe kumarhaneler kadar damgasını vurmuş bir aşk hikayesine... Bir prensliğin olmazsa olmaz yapıları, SARAYLAR’dır. Monako Sarayı da yıllardır magazin dünyasının ve sansasyonların odak noktası olmuştur. Şüphesiz bunun en büyük nedeni Monako Prensi Rainier'in, dönemin ünlü ve güzel aktrislerinden Grace Kelly ile yaptığı evliliktir. 19 Nisan 1956 tarihinde yapılan düğün hakkında o dönem hayli yazılıp çizilmiş, sonradan bu müthiş tören "yüzyılın düğünü" olarak kentin tarih sayfasına da kaydedilmiştir. İkilinin çocukları Caroline, Albert ve Stephanie'nin aileye katılmasıyla objektifler yeniden saraya yönelmiştir.

Monako Sarayı hala sırları, ihtişamlı hayatları ve skandallarıyla anılmayı sürdürüyor. Bir şehir efsanesine göre Prens Rainier, 1982 yılında bir trafik kazasında yitirdiği eşi Grace Kelly'nin mezarını hala hergün ziyaret eder ve oraya tek bir beyaz gül bırakırmış.

Yaş Grupları...

Bebekler: 0-18 ay arası minişlerin bu gruba girdiğini düşünüyorum. Çocukla gezmenin her yaş grubunda farklı avantaj ve dezavantajları var tabii. Bana kalırsa en güzel ve rahat gezilen dönemlerinden biri de bebeklik çağı. Çünkü yürüyemedikleri için hala bebek arabasında uslu uslu oturabilir veya ana kucağında sırf kokunuzu duyuyor olmanın huzuru ile uyuyabilirler. Umutlu olmak lazım :)




Afacanlar: 18-36 ay arası yeni yürümeye ve hayatı yeni keşfetmeye başlamış minişler de bu kategori altında. İngilizce söylenişi ile “toddlers” yani. Bu yaştakiler hareketlendikleri ve etraflarında olup biten her şeye sonsuz bir merak besledikleri için onlarla değil seyahat, markete gitmek bile hayli güçtür. Ama ümitsiz olmamak lazım :)



Çocuklar: 36 aydan büyük olan minişler. Hatta artık bu gruba miniş demek haksızlık. Ne de olsa tuvalet alışkınlığı kazanmış, dil becerisi gelişmiş yaramazlar onlar. Hele bu devirde artık onlar resmen birer birey. Afacanlara kıyasla daha iyi birer gezi partneri olabilirler, çünkü ebeveynleri ile paylaşımları artmıştır, ikide bir bez değiştirme sorunu yoktur. İyi kötü her yerde bir tuvalet bulunur. Ama belki diğer dönemlere oranla kaprislerde biraz artış vardır. Onu yemem, bunu giymem inatlaşmalarının zamanıdır. Pes etmemek lazım :)

Başlarken...


Bu satırları okumakta olan sevgili okur, HOŞGELDİN...

Kim olduğunu ve bu sanal alemin hangi sitelerini dolaşıp buraya ulaştığını bilmiyorum. Ama bu siteye başlamaya karar verişim dün gibi aklımda.

VE İŞTE BENİM HİKAYEM...

Uzun zaman önceydi içimdeki öteki benin peşinden kuzeyde yağmur altında, göğün çoğunlukla gri ve tonlarında olduğu bir ülkenin ortaçağdan kalma bir kentindeydim. Yalnızdım, soğuktan burnum kıpkırmızı olmuş bir halde hem yalnızlığımın hem de soğuğun hıncını elimdeki sandviçten çıkarıyordum.

O aileyi ilk kez o zaman fark ettim. Karşıdaki banka iki bisiklet dayamışlardı. Her iki bisikletin arkasında da küçük koltuklar takılıydı. Sarı kafalı en fazla dört beş yaşlarında olduğunu düşündüğüm bir kız çocuğu ve şu dünyadaki ömrü henüz sadece birkaç aydan ibaret küçük bir kafa daha… Kız mıydı erkek miydi bilmiyorum doğrusu bir önemi de yoktu çünkü sırtlarında ufacık çantaları bir adam ve bir kadın iki küçük çocukla nerdeyse sıfır eşya ve bisikletlerle dünyayı dolaşmaktaydılar. Hikayenin can alıcı kısmı buydu.

Demek ki  diye düşündüm kendi kendime,  şu ana kadar hep yanılmışım ben. Dünyayı keşfetmek, bilmediğin yanlarını tanımak, yaşadığın gezegeni tanımak için ille de yalnız olman gerekmiyor. Ama neydi o meşhur söz “İnsan yalnız gezer, iki kişi birlikte bir yere gider”.  Bir anda inandığım her şeyin yerle bir olduğuna tanık oldum. Başlangıç filminde dedikleri gibi "özgür kız rüyam çökmeye başladı".  

Sonra aylarca o sahne hiç gitmedi gözümün önünden, nasıl olmuştu da başarmışlardı. Birine hiç anlatamadım (ilk kez seninle paylaşıyorum sevgili okur) çünkü şöyle bir tepkiyle karşılaşacağımdan adım gibi emindim.

"Onlar Avrupalı rahatlar, hayat gaileleri de yok gezerler tabii...”

Böyle miydi gerçekten. Yoksa evliliğin bizim kültürümüzde bir "mutlu son" gibi görülmesi miydi sebep... Böylece yalnız başına var olmasına izin verilmeyen bireyler olarak bizler toplum sözünü uslu uslu dinleyip kendimize mutlu yuvalar (!) mı kuruyorduk. Ve birkaç yıl geçmeden ta taammm bebek var mı soruları geliyordu peşi sıra. Öyle ya tüm meşakkatine rağmen bir seçenek olamazdı evli ve çocuksuz olmak...  

Sonuç ne oluyordu peki? Mutsuz insanların yetiştirdikleri mutsuz çocuklar, küçük bir sahil kasabasına yerleşme hayali, emeklilik planları, stres, okul taksitleri vs. vs.

Neyse sevgili okur, lafı çok uzattım...

İşte tüm bunlara karşı çıkan anarşist yanım beni bu siteyi inşa etmeye ve çocukla seyahatin keyfini aktarmaya hatta sadece keyfini değil, zorlukları da paylaşmaya yöneltti. Sen de anılarını benimle paylaşmak istersen mesajlarını bekliyorum.