4 Kasım 2010 Perşembe

BÜTÜN YOLLAR ROMA’YA ÇIKAR...

                             

Bazı yolların sonu sizi öyle şehirlere götürür ki, orada yaşadıklarınızı sözcüklere sığdırmakta zorluk çekersiniz.  Gidip gördükten sonra bizzat şahit oldum ki, Roma anlatılabilecek değil yalnızca yaşanabilecek bir şehir.  Tarihinden sanatına sizi kendisine hayran bırakacak, ona tekrar kavuşmak ve bu havayı yeniden soluyabilmek için bahaneler aratacak bir büyülü kent.


Elinizde iyi bir haritanız ve ayaklarınızda rahat bir çift ayakkabınız olsun yeter. Naçizane tavsiyem ulaşım araçlarını bir tarafa bırakmanız, ve bu şehrin size her adımda sunacağı hazinelere yakından bakmanız. Hemen belirtmek de fayda var ki Roma yaya ulaşım için son derece elverişli bir kent, bu yüzden bebek arabası ile de rahatça dolaşmak mümkün. Yalnız aniden karşınıza çıkan motorlulara özel dikkat!!!

PIAZZA VENEZIA (Venedik Meydanı) kente hakim konumuyla turunuz için ideal bir başlangıç noktasıdır. Meydanın hemen girişinde, Roma İmparatorluğu’nun gücünü ve birliğini simgeleyen II. Vittore Emanuele Anıtı sizi karşılayacak ve yanı başında da Capitolino Tepesi... Tepeden görülen manzara tek kelimeyle muhteşem. Buradan şehrin tam ortasında yer alan FORO ROMANO’ya (Roma Forumu) geçmeniz ve eşine az rastlanır tarihi doku ile kucaklaşmanız mümkün. Başka kaç şehir tarihine bu kadar sahip çıkmıştır , harabeleri şehrin
göbeğinde bile olsa bu denli iyi korumuştur bilemiyorum. Ama bin yılı aşkın süre hem antik Roma’nın , hem de dünyaya hükmetmiş bir imparatorluğun sadece yıkıntıları bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.  Forum alanına giriş ücretsiz ancak Pazar öğleden sonra ve Pazartesi günleri kapalı olduğunu hatırlatmakta fayda var!

Roma’ya kadar gelip de ünlü gladyatör efsanelerine konu olmuş COLOSSEUM’u görmemek olmaz elbette. İmparator Vespasianus’un Ortadoğu’da kazandığı zaferleri kutlamak için yaptırdığı bu görkemli yapı bugün bile “ Colosseum ayakta kaldığı sürece , Roma ayakta kalacaktır ; Colosseum yıkılırsa , Roma da yıkılacaktır ; Roma yıkılırsa , dünya yıkılacaktır ” sözünü doğrularcasına ayakta. Yapının zemin katına giriş ücretsiz , ancak birinci kat için hem cüzi bir miktar ödemeniz hem de bölümün kapalı olduğu Pazar ve Pazartesi öğleden sonra saatlerine denk gelmemiz gerek!  Ayrıca dışarıda sizi bekleyen gladyatör
kostümlü İtalyanlarla resim çektirmek isterseniz dikkatli olun ve sıkı bir pazarlık yapın. 

      
Bu kadar tarih yeter deyip, hem o leziz İtalyan pizalarını tatmak hem de şehrin canlılığına yakından tanıklık etmek isterseniz önünüzde iki seçenek var :

Bunlardan ilki Barok tarzda binalarla çepeçevre sarılmış ve  Bernini’nin Dört Irmak Çeşmesi ( Fontana  Dei Quattro Fiumi ) ile imzasını attığı NAVONA Meydanı ( Piazza Navona) ; diğeri ise merdivenleri ile ün kazanmış İSPANYOL Meydanı’dır (Piazza di Spagna).

Bu keyif molasından sonra mermer duvarları ve huzur veren aydınlık kubbesi ile PANTHEON’a doğru yola çıkma vaktimiz geldi. Bin dokuz yüz yılı aşkın bir süredir ayakta kalmayı başarmış bu tapınak özellikle Raffaello’nun mezarı ve 20. yüzyıla kadar inşa edilmiş en büyük beton yapı kabul edilen kubbesiyle gerçekten ilgi çekici Roma duraklarından biri. ( Pazartesi öğleden sonra kapalı! )


Gelelim sabırsızlıkla beklenen, filmlere ve şarkılara konu olmuş dillere destan AŞK ÇEŞMESİ’ne ( Fontana di Trevi)... XII. Clement için yaptırılan ve Poli Meydanı’nın bir duvarını bütünüyle kaplayan bu taş çeşme insanı daha ilk bakışta kalbinden vuruyor. Nişte bulunan çeşitli heykeller dört mevsimi ve onların insanlara sunduğu bolluk ve bereketi simgeliyor.  Yaz mevsiminde tıklım tıklım dolu olan çeşmede dilek dilemenin de kendine has kuralları var. Öncelikle çeşmeye arkanızı dönün, bütün yüreğinizle bir dilek tutun ve sağ elinizdeki bozuk parayı sol omzunuzun üstünden çeşmenin sularına gönderin. Biraz zahmetli tabii ama ne de olsa hiçbir dilek kolay yerine gelmez! Bu arada bir diğer inanışa göre de, çeşmeye para atanlar tam sekiz kez daha Roma’ya geliyorlarmış.

Roma’ya hangi mevsimde ve kaç günlüğüne gelmiş olursanız olun sakın ola ki SAN PİETRO BAZİLİKASI’nı görmeden dönmeyin. Vatikan Şehri sınırlarında bulunan , ünlü heykeltıraş Bernini ve Michelangelo’nun eserleri, mermer sütunlar ve loş mezarlarla kaplı yapı nefes kesici bir atmosfere sahip.      

Vatikan Şehri’nin mütemmim cüzü sayılan ve tamamını görmek için yaklaşık sekiz kilometre yürümeniz gereken Vatikan Müzesi ( Musei Vaticani) turumuzun son durağı. Burada çağdaş sanata ayrılmış bölümlerden , Ortaçağ mobilyaları ve el işlemeleri ile bezenmiş odacıklara , Pinacoteca resim galerisinden Raffaello Odaları’na kadar gezilecek pek çok yer var. Bu yüzden müzeyi gezmeye karar verirseniz mutlaka sabahın erken saatlerinde gidin ve dolaşmak için kendinize bolca zaman tanıyın. Sanat ile uzak yakın bir ilginiz olmasa bile Vatikan Müzesi renklere ve figürlere bakışınızı değiştirecek kadar etkileyici. Vatikan Müzesi'ndeki tüm merdivenlerde raylı platformlar var ki bebek arabası indirmekbu platformlar sayesinde inanılmaz rahat oluyor. Ayrıca en altta katta bulunan kafe ve dillere destan bahçe de soluklanmak için ideal. Tuvaletlere açılır kapanır alt değiştirme üniteleri var.  

Şayet müzenin tamamını gezecek kadar zaman bulamadıysanız o zaman doğrudan SİSTİNE ŞAPELİ’ne ( Cappella Sistina)  gidin. Michelangelo tarafından yapılan ve Batı Sanatı’nın bu en ünlü baş yapıtını görmeden Roma’yı sakın terk etmeyin. Tavan çalışmaları dört yıldan fazla süren Sistine Şapel’i anlatmak için başlı başına bir yazı yazmak lazım.  Yalnız şapeldeki mutlak kural sessizlik, ayrıca çok küçük bir alanın hınca hınç dolu olduğu da düşünülürse küçük bebişler ile ziyaret de zorlanabilirsiniz.

Kısaca bahsetmek gerekirse, Michelangelo’nun, Yaratılış’ın öyküsünü ve İsa öncesinde insanlığın yaşamını konu aldığı tavan resimlerinden oluşan şapel dokuz temel bölümden ve üç yüzden fazla karaktere ait resimlerden meydana gelmiştir. “ Adem’in Yaratılışı ” ,  “Cennetten Kovulma ” , “ Nuh’un Adağı ” bu resimlerden en ünlüleridir. Şapeldeki resimler özel bir koruma altında olduğundan içeride resim çekmek ve yüksek sesle konuşmak yasak. 

Vatikan Müzesi her yıl Mart ortasından Ekim’e kadar  Cumartesi öğleden sonra ve Pazar (ayın son pazarı hariç) ; Kasım’dan Mart ortasına kadar da Pazartesi’den Cumartesi’ye öğleden sonra ve Pazar günleri (ayın son pazarı hariç) kapalı bulunmaktadır , bu yüzden gideceğiniz günü önceden planlamanızda yarar var. Ayrıca müze girişinin ücretli olduğunu fakat bunu kesinlikle değeceğini de belirtmeliyim.

İşte hepsi bu diyecektim ama Roma için bu asla mümkün değil ... Zaten bu büyülü kente yolunuz bir defa düşmeye görsün , ondan sonra zaten bütün yollar her daim Roma’ya çıkar...

AKLINIZDA BULUNSUN !

-          San Pietro Bazilikası’na giderken kısa kollu giysiler , mini etek ve şortlar giymemeye özen gösterin!

-          Bütün İtalya’da olduğu gibi Roma’da da öğleden sonra “siesta”  zamanı. Çoğu dükkanların bu saatlerde kapalı olduğunu unutmayın!

-          Cumartesi günleri Piazza della Republica’da kurulan bit pazarından ucuza alışveriş yapma imkanınız olabilir. Ama İtalya’da alışverişin temel kuralını hatırlayın ve  mutlaka pazarlık yapın!    


  
                                                                                                       




7 Eylül 2010 Salı

BODRUM BODRUM

Bir gün öncenin yorgunluğunu banyo ve güzel bir uyku ile atmış olmanın tatlı rehaveti ile uyanıyoruz. Cin cin’in Bodrum’a ilk gelişi değil. Tabii bunda bir gün İstanbul’dan kaçıp buralarda bir köye yerleşmek istememin, sonra aslında buradaki hayatın da göründüğü gibi olmadığını keşfedip vazgeçmemin ve bu keşifler sırasında sık sık gidip gelmemizin de etkisi büyüktür sanırım.



Bununla birlikte günün ilk durağı olan Zeki Müren Müzesi’ne ilk defa gidiyoruz. Zeki Müren’in bir dönem ev olarak kullandığı, Halikarnas’a inen dik yokuşun hemen ortalarında deniz manzaralı, son derece sade hatta mütevaziliği ile insanı hayrete düşüren bir tipik Bodrum evi. Zeki Müren’in kullandığı kıyafet ve aksesuarlardan tutun da arabasına kadar kullandığı tüm eşyalar şimdi müze olan evinde sergileniyor. Zeki Müren’in Osmanlı Süsleme Sanatları ile ilgili eğitim aldığını ve sahne kıyafetlerini kendisinin tasarladığını biliyor muydunuz? Demek ki gerçek sanatçılık her anlamda yaratıcı ve üretken olabilmeyi gerektiriyor. Tek üzüntüm yurtdışında görmeye çok alışkın olduğumuz her müzenin çıkışında mutlaka yer alan “hediyelik eşya” köşelerinin bizde yaygınlaşmaması. Hani yani kötü mü olurdu, müzenin girişinde küçük bir alanda eski Zeki Müren plakları, plak şeklinde biblolar, minik Zeki Müren heykelleri filan satılsa, bunlardan elde edilen gelir yine müzeye harcansa...




Müzeyi bitirip sahil şeridinden çarşı içine çıkıyoruz. Grubun hedefi Bodrum Kalesi. Ama cin cin ve ben orayı birkaç kez fethettik o yüzden bu sefer hakkımızı özgürce Bodrum sokaklarında gezmekten yana kullanıyoruz. Meraklıları için kaleyi daha önceki gezi notlarımdan derleyip kısaca anlatıyorum;



Bodrum deyince akla ilk gelen görüntüdür, kalenin sizi beldeye adım atar atmaz karşılayan vakur duruşu ile her köşeye hakim tavrı. 1406-1523 tarihleri arasında inşa edildiği, St. Jean Şövalyeleri’nin kalesi olduğu, eskiden St. Peter Kalesi olarak anılırken bugün Sualtı Arkeoloji Müzesi olarak anıldığı biliniyor, hafızam beni yanıltmıyorsa doksanlı yıllarda Avrupa'da Yılın Müzesi Yarışması'nda bir de ödül kazanmışlığı var. Fransız Kulesi, İtalyan Kulesi, Alman Kulesi, Yılanlı Kule ve İngiliz Kulesi gibi çeşitli kulelerin yanında, iç kaleye ulaşmak için geçilen yedi kapısı mevcuttur.



Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin koleksiyonlarında bulunan eserler arasında Türk Hamamı, Amphoralar, Doğu Roma Gemisi, İşkence ve Katliam Odaları, Cam Batığı, Sikke ve Mücevherat Salonu, Karyalı Prenses Salonu, Cam Salonu ilk akla gelenler...



Detaylı bilgi için;







Siz de bizim gibi daha önce kaleye gezdiyseniz Bodrum’un uzun çarşıcı boyunca tur atabilirsiniz. Yaz aylarında gündüz, özellikle de sabah erken saatlerde tenhalığı sayesinde Bodrum çarşısında bebek arabası sürmek bir keyiftir. Ancak sakın bu sizi yanıltmasın gündüz ne denli kolaysa akşam da barlar sokağı trafiği ve kalabalık nedeniyle o denli zordur.



Çarşıda bebeklerle dolaşmanın zorluğu:



Bodrum merkez ve çarşı içinde alt değiştirme ya da bebek odası maalesef yok. Bu kadar turistik bir beldenin bunu düşünemiyor olması gerçekten üzücü. Cin cin üç aylıkken geldiğimizde bu sorunu Mc Donalds’ın sabahları nispeten sakin olan üst katında iki sandalyeyi birleştirerek halletmek zorunda kalmıştık. Ayrıca bir de çarşının bitimine yakın kitap fuarının karşı köşesinde Denizciler Lokali var. Personeli son derece güler yüzlü ve yardımsever, isterseniz kumsalda oturma şansınız da var, sandalye birleştirerek alt değiştirme operasyonu için uygun, fiyatlar çok makul...

Çarşıda 3-4 yaş çocukları ile dolaşmanın zorluğu:



Her köşe başında oyuncakçılar, çizgi film kahramanlarının süslediği t-shirtleri satanlar ve dondurmacılar olması bu yaş grubu ile çarşıda dolaşmayı neredeyse imkansız kılıyor. Cin cin tam bir alışverişkolik, daha doğrusu poşet hastası. Defalarca bu poşetlerin ağaçların kesilmesine neden olduğunu bu yüzden yakında parklarda oynayamayacağını anlatmış olmama rağmen dükkanlardan, özellikle elinin boyutunda küçük poşetler (ya da kendi deyişiyle “bidigo” lar) almaya bayılıyor ve beni her seferinde çileden çıkartıyor 



Çarşı gezisi için ilk önerim Engin Dalyancı’nın atölyesi. (buraya mağaza demek haksızlık olur) Ben tam bir deniz tutkunu olduğumdan ve dekorasyonda da bu öğeleri kullanmayı çok sevdiğimden dört yıl kadar önce Engin Dalyancı ile ilk karşılaşmamda hayran kalmıştım. Bir yer düşünün ki her şey balık ve deniz temasında. Bardaklar, duvar süsleri, resimler... Geçen yıl tekstil sektörüne de geçtiler. Sanki içerisi bile yosun kokuyor. Öyle bir sanat ve emek. Anlatmakla olmaz gidip mutlaka görün. Bu gezide satın aldığım balıklı peştamal, bavulda havludan çok daha az yer kaplıyor, çarçabuk kuruyor...




Meraklısına;







Diğer bir öneri ise Tarihi Yunuslar Fırın. 1876 yılında Bodrum Cumhuriyet Caddesi üzerinde kurulmuş eski bir ekmek fırını. Şimdilerde ise patlıcanlı böreği, meyveli tartları, kekleri ve limonatası dillere destan. Ancak bu kadar taze ve leziz olabilir her şey. Birkaç yıl evvel restore oldu ancak hala bar taburesi dışında oturup da yemek için elverişli değil. Bu yüzden tatlınızı elinize alıp gezerek yemeniz lazım ama sadece vitrini bile görmeye değer.



Yunuslar Fırının hemen karşısında BAÇ Pansiyon. Merkezde kalınabilecek makul fiyatlı, oda kahvaltı çalışan bir aile işletmesi. Yakın zamanda butik konsepte geçtiler. Asansör olmaması dışında çocukla konaklama için uygun. Deniz tarafı odalarda müthiş bir manzara ve sükunet.







Bir diğer otel tavsiyesi de Gümbet’ten. 2010 yılında açılmış pırıl pırıl masmavi bir otel tam anlamıyla denize sıfır. Personeli güler yüzlü, hizmet kalitesi butik otel tadında, toplamda 40 oda civarında, çocukla rahat edilebilecek bir otel, ilgisine duyurulur;







Bu arada Bodrum otogarın içinde çay bahçelerinin arasındaki emanetçiler saatliğine 5 TL alarak (çok parçanız varsa mutlaka pazarlık yapın) bavullarınızı alıyor. Böylece siz de otobüsünüz kalkıncaya kadar sokaklarda keyif yapabiliyorsunuz. Aklıma gelmişken yazayım dedim.



Bir de çarşının hemen girişinde caminin karşısından deniz tarafına doğru girerseniz uygun fiyatlı çocuk mağazaları var, duyurulur...



DİDİM APOLLON TAPINAĞI

İlk günün sonunda, geceyi otobüste ve tüm günü gezerek geçirmen yorgunluğu başlamıştı. Bu yüzden Didim’deki Apollon Tapınağı’nın içine giremedim. Sanırım yaşlanıyorum. O yüzden burada ilginç bulduğum hikayesini ve fotoğraflarını sizinle paylaşmakla yetineceğim.


Ionya’nın en büyük kenti Milet’in Didim’de kurduğu Apollon Tapınağı eski çağlarda “DİDİYMEİON” olarak anılıyormuş. İlk çağ yazarları bu adın kaynağını tam olarak veremiyor olsalar da, tapınağın isminin “İkiz Tapınak” ya da “İkizler Tapınağı”ndan türemiş olabileceği tahmin ediliyor.



Mitolojik bir soy ağacı üzerinden anlatmak gerekirse çapkın tanrı Zeus ile tanrıça Leto’nun yasak aşkından güneş, ışık, müzik ve kehanet tanrısı Apollon ile ay tanrıçası Artemis adlı ikizler dünyaya geliyor. Apollon tapınağı, antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biri sayılıyor ve kimi coğrafyacılar tarafından da dünyanın en büyük ve görkemli tapınağı kabul ediliyor.

İkizlerin annesi olan tanrıça Leto’yu merak edip google da araştırdığımda Tanrıların Anası Kybele ile aralarında bir takım benzerlikler olabileceğini savunan ilginç bir yazıya rastladım; meraklıları yazıyı buradan takip edebilir;

www.sablon.sdu.edu.tr/dergi/sosbilder/dosyalar/16_2.pdf


Burada ilgimi çeken bir diğer şey ise “medusa” başları. Hani kendisine kötülük edenleri taşa çeviren şu korkunç yüzler. Hemen masama bir tane alıp yerleştirdim :)






Apollon Tapınağı çevresinde birkaç küçük hediyelik eşya dükkanı ve bir iki tane de ev yemeği yapan restoran var. Hazır yemek tüketmekten sıkılan ufaklıklar burada pilav, makarna ve köfte gibi ev yapımı yiyecekler bulabilir. Yine de havanın sıcak olduğu dönemlerde et seçiminde dikkatli olmak lazım. Buralarda ne yazık ki, alt değiştirme odası ya da emzirme odası bulmak mümkün değil. Bu yüzden hazırlığınızı buna göre yapmanız faydalı olabilir.






Tapınağın içine girmek isteyen anneler için iki alternatif var; bebeği babaya devredip tapınağı dönüşümlü gezmek ya da bebeği ana kucağında taşımak. Tapınağın içi açısından bebek arabası kullanmak neredeyse imkansız, kucakta taşımak ise riskli. Yürüme çağındaki çocuklar için tapınağı gezerken küçük yaralanmaları önlemesi açısından uzun fakat terletmeyecek bir şort ve kayıp düşmelerine engel olacak ayakkabılar giymelerini ve her yaş için mutlaka şapka ve güneş koruyucu krem kullanılmasını öneriyorum.






MERYEM ANA EVİ

Şirince’den ayrılıp virajlı yollardan döne döne Meryem Ana Evi’ne ulaşıyoruz. Benim Meryem Ana Evi’ne ve Efes’e olan merakımın nedeni aşağıdaki kitaplar aslında. Size de böyle olur mu bilmiyorum. Bazen rastlantısal olarak (ki ben tesadüflere inanmam) belli yerler, objeler, kişiler, fikirler olur olmaz her yerde üst üste karşınıza çıkar. Bu durumlarda ben, söz konusu yer, obje, kişi, fikir beni çağırıyor diye düşünür ve hep onun peşinden giderim. Tabii sırf bu yüzden tura gitmedim ama turu seçmemin önemli bir nedeni idi. Efes’i çok küçükken görmüştüm ve turun kapsamında değildi maalesef daha az sıcak bir dönemde mutlaka gideceğim. Meryem Ana Evi’ne yolculuğumu ise Mehmet Coral’ın Tımarhane Adası ve Meryem Planı adlı kitapları tetikledi. Mehmet Coral adını burada ilk defa duyanlara, kitap ve Ege aşıklarına tavsiyem kendisini kendi sitesinden takip edin çünkü ben başarılı ve akıcı üslubunu, bilgi ve donanımını anlatmakta yetersiz kalabilirim.



http://www.mehmetcoral.com/



Meryem Ana Evi’nin tarihçesine baktığımızda, Kırkıncelilerin (Şirince köyü) Meryem Ana'nın Efes'te Bülbül dağında oturduğu bir evin mevcudiyetine inandıklarını hatta bu yüzden her yıl Meryem Ana’nın öldüğü rivayet edilen 15 Ağustos tarihinde burayı ziyaret ettiklerini görüyoruz. Ancak evin ortaya çıkarılma hikayesi daha da enteresan.




Almanya’da yaşayan ve hayatı boyunca bu ülkeden hiç çıkmayan, kendini dini işlere adamış rahibe Anna Catherine Emmerich bir gün rüyasında stigmata olur ve bir bulutun üstünde bir güvercin görür daha sonra da Meryem Ana’nın bulunduğu yeri, bir tarafında Efes olan bir dağın tepesinde vs. diyerek tasvir eder. 1881 yılında, Paris piskoposluğuna bağlı Gouyet adında bir rahip, Catherine Emmerich 'in anılarından oluşan "Hazreti Meryem' in Hayatı" adlı kitapta anlatılan Meryem'e ait evin, tanıma uygun olup olmadığını görmek için Efes'e gitmeye karar verir.


Ra¬hip Gouyet, çantasına, üzerinde "zavallı, zararsız ve çaresiz bu yol¬cuya lütfen saygı gösteriniz" sözlerinin yazılı olduğu bir pusula koyarak yola çıkar. Yolculuğu sorunsuz geçtikten sonra, Meryem Ana'nın evini bulduğunu iddia ederek, raporunu Roma'ya gönderir ancak bir şekilde başarılı ola¬maz.


On yıl kadar sonra, İzmir Fransız Koleji müdürü ve İbranice uzman, Yahudi geleneklerini iyi bilen Lazarist rahip Eugene Poulin de Catherine Emmerich’in kitabını inceler ve Efes'e bir gezi tertip etmeye karar verir. Kendisi gitmediyse de iki rahip ve iki görevli gön¬derir.


Ekiptekiler 29 Temmuz 1891 günü, saat 11'e doğru yorgun bir vaziyette, tü¬tün dikilmiş küçük bir yaylaya varırlar ve tarla¬da çalışan kadınlardan su isterler. Kadınlardan, "suyumuz kalmadı, fakat manas¬tıra gidin, orada su bulacaksınız" diye cevap alırlar. Oraya ulaştıklarında harabeye dönüşmüş ev, evin arkasındaki dağ, karşılarında deniz manzarası ile Catherine Emmerich’in tasvirine ulaştıklarını anlarlar.


Hikayesi böyle işte. Bugüne baktığınızda bina gerçekten harap durumda, bununla birlikte turistik olarak düzgün korunduğunu söylemek mümkün. Yapının içinde fotoğraf çekmek kesinlikle yasak ayrıca sıkı kıyafet kuralları olduğunu (açık, askılı, kısa şort vs yasak) hatırlatayım. Geniş bir bahçe ve hafif bir rampa var ama bebek arabası ile rahatça hareket etmek mümkün. Ayrıca tuvaletleri de gayet iyi durumda, yorgunluğunuzu atmak için hemen girişinde küçük bir de kafe var. Zaten etrafta küçücük bebekleri ile gelen turistleri görünce siz de anlayacaksınız. Tek önerim virajlı yol nedeniyle eğer yol tutma sorununuz varsa öncesinde doktorunuza danışıp gerekli ilaçları yanınıza almanız, bir de özellikle yaz aylarında sıcağa çok dikkat diyorum. Yanınızda mutlaka şemsiye-şapka ve güneş koruyucu krem bulundurun. Bir de dilek dilemek isteyenler için bir parça çaput :)










ŞİRİNCE

Cin cin’in bu günkü ilk durağı eskiden Çirkince, Kırkınca ya da Dağdaki Efes adıyla anılan ve son on yılda inanılmaz bir atak yaparak kültür turlarının vazgeçilmezleri arasına yerleşen ŞİRİNCE idi.





Şirince’deki maceralarımıza geçmeden, yol üzerinde bulunan St. Jean Bazilikası ve İsa Bey Camisi’nin bulunduğu Ayasuluk Tepesi’ne de kısaca değinmem lazım. Ayasuluk Kalesi kesme ve moloz taşlardan örülmüş toplamda on beş burç ile sağlamlaştırılmış bir yapı. Günümüze kadar epey badireler atlatıp, çeşitli restorasyonlar ile bugünlere gelebilmiş. Surların Efes Antik Kentine yönelik görkemli kapısı ile girilen kilisenin duvarlarında bir zamanlar Troya kahramanlarından Achileus’un yaşamı ile ilgili ilginç bir friz bulunuyormuş ancak diğer antik dönem eserlerinin akıbeti bu frizin de başına gelmiş ve günümüzde Dublin’de bulunan Abbey Galeri’sinde sergileniyormuş :( (Buraya bu mutsuz suratı çizerken şunu da düşünmeden edemiyorum acaba friz Türkiye’de kalsa şimdi hali daha mı iyi olurdu?)


Yolumuza devam edelim. Selçuk’tan yaklaşık on beş dakika uzaklıkta bir köy Şirince, çeşit çeşit meyve ve zeytin ağaçları arasından ulaşıyorsunuz köye. Taşlıklı dik yollarda sağlı sollu kurulmuş tezgahların arasından geçip tepedeki çay bahçelerinde bir yorgunluk molası veriyorsunuz.




Henüz bebek arabası ya da puset kullanıyorsanız boşu boşuna arabayı açma zahmetine girmeyin. Çünkü Şirince’nin yolları o kadar sarp taşlardan oluşuyor ki, bu yollarda araba da arabanın içindeki bebek de haşat olur. Bununla birlikte bu taşlarda kucakta çocuk taşımak da büyük risk. Bu arada rehberimizin anlattıklarına göre bu taşlar köydeki Rumların döneminde yürüme kolaylığı açısından beş yılda bir ters düz ediliyormuş. Bu yüzden tepeye çıkmak da zorlanacağını düşünenlere önerim Şirince’nin hemen girişinde yer alan Artemis Restoran. Manzarası, misafirperverliği, lezzetli yemek ve köy kahvaltıları ile çok başarılı buldum. Fiyatlar diğerlerine oranla çok az yüksek ama taşlıklarda helak olmaktan iyidir.

 

Artemis Restoran da özel bir bebek odası yok fakat garsonlar olanca misafirperverlikleri ile size alt değiştirmek için restoranın kapalı alanında bir yer organize ediyorlar. Bununla birlikte tepedeki çay bahçelerinin pek çoğunda tuvalet bulmak dahi hayli güç olduğundan ya da bulunan tuvaletler pek de hijyenik olmadığından çocukla zorlanmak mümkün. Lütfen diğer restoran sahipleri Artemis’i kayırdığımı düşünmesin ama Sezar’ın hakkını da Sezar’a vermek lazım.


Her şey köy kahvaltısı adı altında “sıradan kahvaltılıkları” yüksek fiyata satmakla, gözleme diye sadece maydanozlu hamuru ikram etmekle olmuyor arkadaşlar, insanlar bir kere gelir bir daha gelmezse orada turizm filan da kalmaz, bu yüzden standartları biraz yükseltmek, en azından sineksiz böceksiz yemek sunmak, geri tepen ocak bacalarını tamir ettirmek de gerekiyor.


Şirince’nin son yıllarda turizm açısından bu kadar tanınmasında başrol oyuncularından biri de meyve şarapları... Zaten köyün girişinden itibaren çevrenizi kuşatan rengarenk meyveler köylüler tarafından işlenip aromatik, alkol oranı düşük ama bir o kadar da leziz şaraplara dönüşüyor. Fatoş ve Kadir Yıldırır tarafından kurulan şarap evi, enteresan dekoruyla yerli ve yabancı tüm turistlerin ailece oturabildikleri bir yer. Burada yer alan birbirinden şirin fıçı masalarda dileyenler şarapları tadabilir, dileyenler eşe dosta hediye satın alabilirler.




Bunun dışında zeytin ve zeytinyağı, meyveli sabunlar, ipekli şallar, el işi yemeni ve masa örtüleri, havlular, doğal bitki, baharat ve çaylar alışveriş meraklıları için raflarda arzı endam ediyor.




Köy meydanını gezip dolaştıktan sonra, eski kiliseyi ziyaret edebilir, tarihi evlerin arasından tepeye doğru tırmanıp Şirince manzarasını seyredebilirsiniz.


Şirince çocuklu parkur için biraz zorlayıcı geldi bana ama her zaman söylediğim gibi iyi plan ve iyi hazırlıkla neden olmasın. İşte Şirince ziyareti için öneriler:


 Sinek kovucu sprey,


 Şapka (sıcak mevsimlerinde hem size hem çocuğunuza),


 İnce bir tülbent (hem sıcaktan hem haşerelerden korunmak için),


 Çocuk için yiyecek (her ne kadar Şirince’de çeşitli alternatifler olsa da, çocuğun arası gözleme ve kahvaltılıklarla iyi değilse örneğin köfte ya da makarna yemeyi çok seviyorsa alternatifler daralıyor)


http://www.sirincepansiyon.com/



http://www.sirincerehberi.com/


ÇOCUKLARLA TUR YAPMAK

Küçük çocuklarla tura katılmanın da kendine göre artı ve eksi yanları var. Güzel olan her şeyin başkaları tarafından önceden planlandığı, odanızın, ulaşımınızın, havaalanı, şehir merkezi transferlerinizin hazır edildiği bir seçenek olması. Ancak ne yazık ki son yıllarda Türkiye’deki “tur” kavramı giderek bunun dışına çıkıyor. Çünkü “tur” olgusu, daha fazla kâr peşinde olan zihniyetlere emanet. Minimum maliyetle hazırlanmış, adeta doldur boşalt mantalitesi ile hareket eden, hizmet sektöründe müşteri memnuniyetinin önemini çoktan unutmuş bu zihniyetten de kaliteli hizmet beklemek pek mümkün değil. Butik tur hazırlayan şirketlerin nispeten daha iyi hizmet verdiğini söylemek mümkün ancak bunlardan bazılarının programları da çocuklu aileler için uygun değil ne yazık ki.







Neyse konuyu dağıtmayalım. Ne diyordum, küçük çocuklarla tura katılmak... Öncelikle hemen belirteyim 2 yaşından büyük çocuklar turizm bakımından yolcu niteliğinde sayılır. Çünkü uçak ve otobüste kendilerine ait koltukları olması gereklidir ki bu da ekstra maliyet demektir.






Tavsiyem tur programını önceden didik didik inceleyin. Böylece hem çocukla rahat hareket etmenizi sağlayacak alternatif bir program yaratabilir hem de programa göre hazırlığınızı yapabilirsiniz. Çocuklar günlük rutinlerinin dışına çıktıklarında bocalayabilirler, bu yüzden uyku ve yemek saati gibi belli konularda günlük rutinlerini tur sürecinde de devam ettirmek naçizane faydalı olur diye düşünüyorum. Ayrıca programı önceden bilmek, size yanınıza alacaklarınızı buna göre organize etme fırsatı da tanır.






Çocukla tur otobüsüne bindiğiniz anda tüm gözler size takılır. Herkesin içinden “eyvah turda çocuklarda var yandık” dediğini duyar gibi olursunuz. Çocuk sahibi olmayanlar için nispeten anlaşılır bir durum. Ama bir de çocuk sahibi olup da aynı tavrı takınanlar var ki onları anlamak hepten güç. Neticede çocuk bu... Ağlayabilir, yolda midesi bulanıp kusabilir, yaramazlık da yapabilir. Bunların tümü (belki yaramazlık istisna) zaman zaman yetişkin insanların da yaptığı insani fiillerdir. Ne garip değil mi, evleneli dört beş ay olmadan “bebek var mı” diye sizin özel hayatınızın en mahrem alanına soru okları ile girmeyi kendine hak olarak gören zihniyet, çocuğunuz olduğunda da onu dışarı çıkartmanızı, o çocuğu bir birey olarak yaşam alanınıza sokmanızı sorgulamaya hatta yargılamaya başlıyor. Neyse neşenizi kaybetmeyin ve asla aklınızdan çıkarmayın siz de onlar kadar bu tura para ödediniz. Kimseden hoşgörü görmenizi gerektirecek bir özrünüz de, çocuklusunuz diye hayattan vazgeçecek haliniz de.






Gardınızı almanız gereken bir diğer durum da turdaki “Bilmiş Teyzeler”dir. Bu teyzeler mükemmel anne, mükemmel eş, mükemmel ev kadını olan hayattaki her şeyi mükemmel yapan ve bilgeliklerini paylaşmaktan haz duyan kişilerdir. Ve üstlerine vazife olsun olmasın bebeğiniz ile ilgili her şeye karışırlar. Otobüs giderken emzirme boğazına kaçar der biri, öteki terlemiştir sırtına tülbent koy, beriki öyle yatırma boynu tutulur, el kadar bebekle buralara gelir mi vs vs...






Manzara gözünüzde canlandı değil mi. Şimdi yazılarımı okuyorlar mı bilmiyorum. Bu konuda özellikle cin cin küçükken katıldığımız turlarda çok tartışmışlığım ve tahminimce ciddi kalp kırmışlığım vardır. Yanlış anlaşılmasın aslında Bilmiş Teyzelerin deneyimlerine ciddi saygım var. Öte yandan kimsenin kimseye karışma hakkı olmadığına inanıyorum. Hele de sadece tur için bir arada olan ve birbiri ile bunun dışında bir yakınlığı olmayan insanların birbirlerinin hayatlarına bu kadar girmeleri bana doğru gelmiyor. Ben hiçbir zaman bu kadar soğukkanlı olmayı başaramadım ve böyle yorumlara hep karşılık verdim. Sonra da tatil zehir oldu. Bu yüzden yapabilirseniz sakin olun ve aldırmayın, bu insanların ne dediği kimin umrunda.






Konu buralara gelmişken size tavsiye etmek istediğim bir de kitap var, Ayşe Giraud tarafından yazılıp Sistem Yayıncılık tarafından yayınlanmış AHTAPOT KADINLAR... İşte kitabın tanıtımından kısa bir alıntı;






“ Eskiden kadının görevi sadece evi ve çocuklarıyla ilgilenmekti. İstisnalar dışında, kocasının hali vakti yerinde olan kadın evinin kadını olurdu. Oysa şimdi, çalışmazsak sosyal olarak bir hiçiz. Sadece çalışmak da yetmiyor. Hayatın stresiyle başa çıkabilmek, sağlıklı yaşayabilmek için spor yapmak, hatta hobilere zaman ayırmak da gerekiyor... Üstelik onları da iyi yapmamız bekleniyor. Dengeli ve sağlıklı beslenmenin önemini bilen anneler olarak çocukları doyurmak da yetmiyor. Doğal kaynaklı ev yemekleri hazırlayabilmek için çok programlı olmamız gerekiyor.






Artık öyle annelerimiz gibi "biraz toplu" da olamıyoruz. Parlak sayfaların üzerindeki manken kızlar aracılığıyla, sürekli onlar kadar zayıf olmamız gerektiği hatırlatılıyor.


Ne yediğimiz de belli değil artık... Renkli paketler içinde yutturulan gereksiz şeker, tuz, kötü yağ ve katkı maddeleri eklenmiş yiyecekleri "Ne kadar kolay, hazır" diye sevinçle alıp tüketiyoruz. Bakımlı olmak, modayı takip etmek, yeni açılan mekânları bilmek, en son çıkan kitaplardan, filmlerden haberdar olmak, mümkünse tiyatro, konser ve sergilere de gitmek gerekiyor. İyi anne, iyi ev kadını olmaya çalışmanın yanı sıra iyi sevgili olmayı da unutmamak gerekiyor. Siz de bunların hepsini yapmaya çalışan o 'Ahtapot Kadınlar'dan biriyseniz, bu kitapta hayatınızı kolaylaştıracak çok şey bulacaksınız...”


26 Ağustos 2010 Perşembe

Bebeklerle Otobüs Yolculuğu

Ömrünün yarısından fazlası otobüs yolculuklarında geçmiş biri olarak, otobüs yolculuğunun insanı günlük dertlerden arındıran, onu yatıştırıp, olaylara uzaktan bakmasına yardım eden huzur verici, dinlendirici bir misyonu olduğuna yürekten inanıyorum. Ölü Ozanlar Derneği’nde bir sahnede Robin Williams masanın üstüne ve kendisine şaşkınlıkla bakan öğrencilerine dönüp, “hayatlarınıza bir de buradan bakın” der. İşte otobüs yolculuklarının ben de yarattığı çağrışım tam olarak da bu...


Efe ile ilk otobüs yolculuğumuza hazırlanırken biraz tedirgindim. Yaptığım yolculukların çoğunda, özellikle de yolculuk 14-18 saat arasındaysa, bebeklerin huzursuzlaşıp o yolculuğu kendileri başta olmak üzere tüm diğer yolculara zehir ettiklerine çok tanık olmuştum. Hem bu yüzden hem de otobüslerde bebeklere özel bir koltuk ya da kemer bulunmayışından Efe’nin ilk yedi-sekiz ayında otobüs yolculuğundan kaçındım.



Eğer imkanlarınız el veriyorsa otobüsten iki koltuk satın almak, özellikle de uzun süren yolculuklar bakımından rahat etmenizi sağlayacaktır. Bununla birlikte küçük bebekleri siz siz olun yalnız başlarına koltukta oturtmaya kalkmayın, ani bir fren ufaklığa (Allah hepsini korusun) ciddi zararlar verebilir. Olabildiğince bebeğe kollarınızı bir tür emniyet kemeri gibi sararak onu korumanız daha faydalı olacaktır. Ayrıca en ön sırada, orta kapı girişinde ve en arkada oturmak yerine daha ortalarda ve tercihen televizyona yakın bir koltuk seçmek de fayda var. Çok küçük bebeklerin fazla televizyon seyretmelerini kesinlikle desteklemiyorum ama bazen hayat kurtarıcı olduğunu itiraf etmek lazım.

Otobüs’ün fazla soğuk ya da fazla sıcak olacağını düşünerek kıyafet konusunda hazırlıklı olmanızda fayda var, özellikle bazen tam tepenizdeki klimadan ya da camdan serin hava gelmesi çok sinir bozucu olabiliyor. Bu yüzden bebeğiniz için küçük bir başlık ya da başına sarabileceğiniz bir penye battaniye almak yardımcı olabilir.

Maalesef otobüslerde bebek bezi değiştirmek ciddi bir sorun. Mola yerlerinde de halen steril alt açma yerleri mevcut değil. Mola yerlerindeki alt açma yerlerinden bahsetmişken, Fransa’nın pek de merkezi olmayan bir otobanındaki mola yerinde yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum.

Otobüsümüz, kuş uçmaz kervan geçmez denecek kadar boş bir otobanda mola vermişti. Bizim ufaklık o zaman 1.5-2 yaşlarındaydı ve altı tamamen dolmuştu. Burada bebek odası ne arar diye kara kara düşünürken, görevli bir hanım bana karşıdaki odayı işaret etti. Küçük fakat inanılmaz temiz bir oda, o kadar ki içeriye girerken galoş giyme mecburiyeti var. Hatta kucağınızda bebekle eğilip iki büklüm galoş giymeyin diye özel bir makine koymuşlar. Ayağınızı makineye uzatıyorsunuz ve hoop galoş kendiliğinden geçiveriyor. Hepsi bu. Neyse bebek odasında küçük bebek küveti benzeri bir lavabo ve üç alt açma minderi, duvarda mindere serilmek üzere naylonların olduğu ve sensörle çalışan aparatlar, sıcak su ve eldiven... İnanın abartmıyorum şaşkınlıktan yerin adını almayı unutmuş olmasam buraya da yazardım. Şimdi bu insana saygı değildir de nedir?



Her neyse burada bu tür mola yerleri bulmak daha zor olduğuna göre, bebeğinizin altını otobüste açmanız gerekebilir. Bu yüzden bebeğinizin altına açmak için yedek bir battaniye almanız da iyi olacaktır. Ayrıca eğer otobüs seyir halindeyken bebeğinizin altını değiştirmeniz gerekirse kirli bezi koymak için yanınızda mutlaka ekstra ıslak mendil ve buzdolabı poşetlerinden bulundurun. Bunlar genellikle normal poşetlerden daha küçük olduklarından çantanızda az yer kaplar ve ağızları bağlanabilir.



Bebeğin beslenmesi açısından ise şayet mama kullanıyorsanız otobüs hareket halindeyken mamayı ölçmek vs. zor olacağı için bir kaç biberonda su ile karışmamış ölçüsü tam mamayı yolculuk öncesinde hazırlamak işinizi kolaylaştıracaktır. Bunun dışında ek gıdaya başladıysanız bebeğinizin hoşuna gidebilecek bir iki meyva ya da mevya suyunu da yanınızda bulundurabilirsiniz.



Uzun otobüs yolculuklarında süt sağmak hemen hemen olanaksız gibi geliyor. Aklına iyi bir fikir gelen paylaşırsa sevinirim. Yolculuk öncesinde sağılan sütler özel ve ısıyı geçirmeyecek kaplar ile otobüsün buzdolabında saklanabilir belki. Ayrıca emziren annelerin bebeklerinin başlarını ya da kollarını yaslamak için küçük bir yastık bulundurmaları da iyi olacaktır.



Yolculuğunuzu araba, uçak ya da otobüs ile de yapsanız yanınızda oyuncuklar, çocuğunuzun ilgisini çekebilecek kitaplar bulundurmak önemlidir. Ama daha önemlisi yaratıcılıktır ki tüm çocuklar keşiflere bayılır. Örneğin plastik bardakları üst üste dizip kule yapabilir, keçeli kalemle bardaklara komik suratlar çizebilir, yanınıza küçük renkli toplar alıp bunları bardak koyma yerine basket yapabilirsiniz. (yalnız tecrübe ile sabit sonuncusunda topları toplamak tam bir eziyet oluyor:)













25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bebeklerle Uçak Yolculuğu



Malumunuz uçakla yolculuk hem zaman, hem de konfor açısından büyük kolaylık sağlıyor. Hele de minikler ile seyahat ederken... Ama bu ilk seferiniz ise ya da çocuğun yaşı çok çok küçükse haklı olarak endişeleniyor insan.

Daha önceki yazılardan birinde de anlattığım gibi benim cin cin uçağa ilk kez 20 günlükken bindi, bunu size cesaret vermek ve içinize biraz olsun su serpmek için söylüyorum. İlk ve en önemli kural “zor olsa da” her daim aklınızda olsun.

"Sakin Anne Sakin Çocuk"


İşte uçuşu daha rahat geçirmek için bir kaç yararlı ipucu daha: 

Bebekler ile uçak seyahatin en meşakkatli bölümlerinden biri hava alanında geçirdiğimiz dakikalar hatta saatlerdir. Bebeğin ve sizin huzurlu bir yolculuk yapabilmeniz adına bebeğinizin sakin olduğu ve mümkünse turizm yoğunluğu olmayan gün ve saatlerde uçmayı tercih edin.  Eğer imkanınız varsa önceden uçacağınız havayolunun web sitesinden ya da telefonundan, bebekli yolcular için ne gibi kolaylıklar sağladıklarını öğrenmeye çalışın.


                          http://www.flypgs.com/bilgilendirme/genel-kurallar.aspx

Çoğu havayolu şirketi uçağa bindiğiniz ana kadar bebek arabanızı ya da pusetinizi kullanmanıza ve biniş esnasında arabayı görevlilere teslim etmenize izin vermektedir. Bu da en azından uçağa bininceye dek size rahat hareket etme olanağı sağlar. Bu noktada dürüst olun kimi bebek ne yaparsanız yapın arabaya oturmamakta direnir, bu durumda arabayı en başından bagaja vermek sizi fazla yük taşıma zahmetinden kurtarır.

Hava alanındaki bekleme süresinin tamamını bebeğinizi ana kucağında taşıyarak da geçirmemenizi öneririm. Elbette istisnalar olabilir ama bu durum hem bebek hem de sizin için uzun saatler devam ederse, yolculuğun geri kalanını zora sokabilir.

Havaalanlarında mutlaka bir alt açma ve emzirme odası oluyor. Yine de siz tedbiri elden bırakmayın emzirme sırasında işinize yarayacak küçük bir mendil ve bebeğinizin altını koltuklarda dahi açmanıza yardım edecek küçük bir battaniye böyle durumlarda kurtarıcı olabilir.

El bagajınızı olabildiğince hafifletin. Hafifletin ki, hava alanında rötar vs. talihsiz durumlarda kucağınızda bebek, elinizde koca bir çanta ile perişan olmayın. Ben kişisel tecrübelerimden çok küçük bebekli (yürüme öncesi dönem) annelerin sırt çantası kullanmalarını önermiyorum. Çünkü bebeği kucağınızdan bırakma olanağınız yoksa (örneğin yalnız seyahat ediyorsanız), sırt çantasını her ihtiyacınız olduğunda açıp kapatmak sizi çok yorar. Ayrıca torba biçimli çantalarda da aradığınızı bulmak hayli zor olacağından bence bu türlerden de uzak durun. Kolunuza takılan, kendi ağırlığı pek fazla olmayan, ıslanmasını-kirlenmesini dert etmeyeceğiniz çantalar seyahatinizde daha kolaylık sağlayacaktır. Çantanızı hazırlarken bebek bezi, ıslak mendil ve biberon tarzı hayati eşyaları daha üstlere ya da özel bir bölüme koymaya gayret edin. Unutmayın önemli olan aradığınızı hızlı ve en az zahmetle bulmaktır!



Ayrıca herhangi bir anahtarcıdan-çilingirden satın alacağınız küçük karabinalar ile çantanıza minik poşetler takabilir, bu poşetlerde özellikle biniş kartı, pasaport ve nüfus cüzdanı gibi sürekli çıkarmanız gereken evrakları taşıyabilirsiniz. (karabina deyince aklınız karışmasın çok kullanmama rağmen adını ben de yazarken öğrendim, resmi aşağıda, mucizevi bir dağcılık malzemesi aslında ama küçükleri biz annelerin çantalarına matara, poşet hatta oyuncak asmak için bire bir)



Bir de aşağıdaki tip çantalar var, benim oğlum bebekken bunlardan yoktu doğrusu ama pek pratik gözüküyor :)

Bir diğer konu da bebeğin beslenmesi... Emzirenler için durum pratik aslında. Süt sağanların evden tedarikli gitmesinde ve mümkünse her ihtimale karşı sağılmış sütü tek biberon yerine iki biberonda taşımalarında fayda var. Mama ile beslenen bir bebeğiniz varsa sıcak su için endişelenmeyin, hava alanındaki restoranlar bu konuda size yardımcı olacaktır.

Bebekler, genellikle kalabalık ve havasız yerlerde huzursuz olurlar. Bu nedenle uçağın ön sıralarında oturmak ve uçağa yolcu kabulü başlar başlamaz uçağa binmek yerine en son binip, en önce inmek bebeğin sükunetine olumlu katkı yapacaktır.

İki yaşından küçük bebekler kabin ekibi tarafından uçağın içinde size getirilecek özel bir bebek kemeri ile annenin kemerine bağlanıyorlar. Tabiî ki yumurcaklar bu kemer olayından pek hoşlanmıyor. Bu yüzden bebek arabalarının ya da araba koltuğunun oyuncaklarından birini yanınıza alın ve kemerine geçirin. Yine de bağlanmak istemezse onu zorlamayın. Olabildiğince (çok zor ama sakin kalarak) inatlaşmadan belki kemerin bebeğe değmesine engel olmak için elinizi kemerin altından geçirerek ya da kemere battaniyesini veya dokunusuna alışkın olduğu bir objeyi sararak, mutlaka kemerini bağlayın.



Uçağın iniş ve kalkışı esnasında yaşanan basınç farkı bebeklerin kulaklarında dolgunluk hissi yaratır, bu yüzden iniş ve kalkışta daha huzursuz olurlar. Bebeğinizi emzirerek ya da biberonunu vererek yutkunmasını sağlamak böyle durumlarda çok işe yarar. Ayrıca seyahat öncesindebu tür durumlar için doktorunuzdan tavsiye almakta da fayda var.

  

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Küçük Gezginler

Bana öyle geliyor ki, çocuk ile gezmenin yegane püf noktası çocuğun seyahate alışması. Sanırım yabancılarla aramızdaki en önemli fark da bu. Onlar hiç sakınmadan el kadar bebekleri sırtlayıp kendilerini yollara vurabiliyorlar, böylece çocuk küçük yaştan itibaren yolculuk ya da yolda olma kavramına alışıyor.




Ben oğlum Efe de (kısaca cin cin de diyebiliriz :) denedim ve henüz üç yaşında olmasına rağmen, çok iyi bir yol arkadaşı ve şimdiden kıdemli bir gezgin olduğunu söyleyebilirim. İlk yolculuğumuza cin cin yirmi günlükken çıkmıştık. Bir saat yirmi dakikalık uçak yolculuğu beni çok telaşlandırmıştı. Ama korktuğum gibi olmadı. İniş ve kalkışta basınç bebeklerin kulaklarını etkilediğinden hemen huzursuzlaşmaya başlarlar. Böyle durumlarda bebeği emzirmek ya da mama ile besleniyorsa biberonu veya en azından suluğunu vererek yutkunmasını sağlamak yararlı olacaktır. Bebeklerle uçak seyahatine ilişkin diğer detayları “Uçak Yolculukları” başlığı altında bulabilirsiniz.

İşin başında itiraf etmem de fayda var sanırım. Ben öyle sakin, evhamlanmayan annelerden değilim. Doğru ya da yanlış anneliğin daha çok içgüdüsel oluğuna inanıyorum. Bazen cin cin'in de beni delirttiği, elimde olmadan ona bağırdığım zamanlar olabiliyor. Tâbi hemen içimin eriyip ufaklıkla sarmaş dolaş olduğumu belirtmeme gerek yok. Annelerin bu samimi itirafını anlayacaklarını umuyorum. 

Demeye çalıştığım o ki, çocukluyum tatile gidemem, gitsem de rahat edemem diye endişeye kapılmayın. Peşin hükümlü davranmadan bir deneyin... En önemli tarafı bu, deneme sayısı arttıkça çocuğun alışması da o denli kolay oluyor. İyi bir hazırlık ve biraz cesaret...

Hazırlık kısmında sizlere nacizane üç yıllık kendi tecrübelerimle destek olmayı umuyorum, eee cesaret kısmı da size kalıyor :)

   

19 Ağustos 2010 Perşembe

MASAL ŞEHRİ MONAKO

“Yakıcı güneş altında parıldayan masmavi sular, virajlı yokuşların arasına serpiştirilmiş palmiyeler ve paket taşlarla örülmüş daracık sokaklar... Masalsı bir tatil için masal bir kent seçin! İşte size tek cümle ile bir kentin hikayesi...”

On dokuzuncu yüzyıl başlarından kalma bir belgede, Monako Prensliğinin, " Fransız Rivierası'nın en yoksul bölgelerinden biri olduğu " yazılmıştır. Côte d'Azur sahilinde hızla yol alırken bir pencereden akıp giden akıl almaz gösterişte binalara, bir de notlarıma bakıyorum ve gördüklerimle okuduklarım arasındaki çelişkiye şaşırıp kalıyorum. Gerçekten de Monako, Tête de Chien dağından denize doğru uzanan küçük bir burun üzerine kurulmuş, adeta bir mini kent.

Sıralamada Vatikan'dan sonra dünyanın en küçük yerleşimi olarak yerini alıyor. Topraklarını başkent Monako, liman bölgesi La Condamine ve Monte Carlo semti olarak sınıflandırmak mümkün. Arazinin küçüklüğüne inat şehrin dört bir yanı çok katlı binalarla çevrili. Neredeyse tüm binaların çatılarına suni bahçeler inşa edilerek , kent salt beton görünümünden bir nebze de olsa sıyrılmış. Damları süsleyen palmiyeleri hafızanızda canlandırmanız ne kadar zor olsa da, bütün bunlar Monako'da tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor.

Yüzyıllar süren politik çekişmeler, prensliğin ekonomik yönden gerilemesine yol açtığı için, Prens Karl III., 1861 yılında gidişatı düzeltmek amacıyla kumarhane işletmeciliğine soyunmuş ve yine aynı amaçla "Bains De Mer" şirketini kurmuş. Bu tarihten sonra da Monako, elverişli iklimi, sağladığı vergi kolaylıkları ve her yıl düzenlenen Formula 1 yarışları ile yüz binlerce turistin akınına uğramış ve giderek daha da fazla kalkınmıştır.

Tur otobüslerinin şehre girişi yasak olduğundan , en iyisi geziyi yaya sürdürmek. Özellikle günbatımında bu şehrin size nefes kesen enstantaneler sunacağını şimdiden vaat edebilirim. Muhteşem kareler için bir başka vazgeçilmez adreste dünyanın dört bir tarafından getirilen rengarenk çiçeklerle bezeli BOTANİK BAHÇESİ.


 
Adeta cennetten bir köşe olan bu büyük bahçeye adımınızı attığınız ilk anda bin bir çiçekten kopup gelen enfes kokularla karşılanıyorsunuz. Dik bir yamaçtaki setler üzerine kurulmuş bu bahçede dev kaktüslerden, nadiren rastlanılan orkide çeşitlerine kadar pek çok bitkiyi bir arada bulmak mümkün. Prens Louis II. tarafından kurulan ve 11.500 metre karelik bir alana yayılan bu park hem Fransız, hem de İtalyan Rivierası’na hakim konumuyla göz dolduruyor. Hangi çiçeğe bakacağınızı, hangisini koklayacağınızı şaşırıyorsunuz. Tam da bu arada bahçenin sonundaki kafe mükemmel deniz manzarası ve leziz kahveleriyle imdadınıza yetişiyor.

Egzotik çiçeklerin ruhumuzu ferahlatan havasıyla parktan ayrılıp, şehrin keşfedilmeye değer bir başka köşesine DENİZ BİLİMLERİ MÜZESİ' ne doğru yola koyuluyoruz bu kez de. Müzede bizi devasa ölçülerde bir balina iskeleti karşılıyor. 1848-1922 yılları arasında yaşayan I. Prens Albert'in şehre armağanı olan bu müze toplam üç bölümden oluşuyor. Alt katta değişik balık türlerinin bulunduğu akvaryumlar bulunuyor. Duvarlardaki irili ufaklı akvaryumlardan size eşlik eden balıklarla beraber kendinizi adeta fantastik bir romanın kahramanı yerine koyuveriyorsunuz. Balina iskeletinin bulunduğu orta katta ise denizcilikle ilgili pek çok dokümanı ve edevatı bir arada bulabilirsiniz.



En üst katta da çeşitli renk ve büyüklükte deniz kabukları sergileniyor. Müzeden görülen manzara seyre değer. Son olarak Deniz Bilimleri Müzesi'nden ayrılmadan eski yapım deniz altı maketinde fotoğraf çektirmeyi ve müzenin hediyelik eşya bölümünde satılan sedef rengi deniz kabuklarından satın almayı sakın ihmal etmeyin olur mu!

Monako’dan bahsedip de, o ünlü Monte Carlo kumarhanelerine değinmeden olmaz. Madem ki buraya eğlenmeye geldiniz, en azından bir kere şansınızı deneyin. Ama atmosferin büyüsüne kapılıp, bütün yol paranızı tüketmemeniz için küçük birkaç önerim var.

Öncelikle kumarhanelerin bulunduğu Monte Karlo semtinin şehir dışında yer aldığını belirtelim. Bu yüzden siz siz olun sakın bütün paranızı yanınıza almayın, yoksa dönüşte o virajlı yollarda yaya kalabilirsiniz. İkincisi dünya sosyetesinin göz bebeği olan bu kumarhanelere girişte pasaport sorgusu ya da herhangi bir tatsızlık yaşamak istemiyorsanız kıyafet seçiminde dikkatli olun. Hanımlar için abiye bir gece elbisesi, beyler için ise koyu renk bir takım elbise hayli fark yaratacaktır. Yine de tedbiri elden bırakmayın ve pasaportunuzu yanınıza alın, ayrıca girişte 18 yaş sınırı olduğunu da hatırlatalım.



Son olarak bir de tüyo... Kollu makinelerde şansınızı denemeye kalkarsanız hep aynı makinede kalın, böylece en azından attıklarınızın bir kısmını kurtarabilirsiniz :)
Gelelim şehrin ününe kumarhaneler kadar damgasını vurmuş bir aşk hikayesine... Bir prensliğin olmazsa olmaz yapıları, SARAYLAR’dır. Monako Sarayı da yıllardır magazin dünyasının ve sansasyonların odak noktası olmuştur. Şüphesiz bunun en büyük nedeni Monako Prensi Rainier'in, dönemin ünlü ve güzel aktrislerinden Grace Kelly ile yaptığı evliliktir. 19 Nisan 1956 tarihinde yapılan düğün hakkında o dönem hayli yazılıp çizilmiş, sonradan bu müthiş tören "yüzyılın düğünü" olarak kentin tarih sayfasına da kaydedilmiştir. İkilinin çocukları Caroline, Albert ve Stephanie'nin aileye katılmasıyla objektifler yeniden saraya yönelmiştir.

Monako Sarayı hala sırları, ihtişamlı hayatları ve skandallarıyla anılmayı sürdürüyor. Bir şehir efsanesine göre Prens Rainier, 1982 yılında bir trafik kazasında yitirdiği eşi Grace Kelly'nin mezarını hala hergün ziyaret eder ve oraya tek bir beyaz gül bırakırmış.